30 Mart 2012 Cuma

Zordur kadın olmak...

Akıllı olacaksın ama çoğu zaman salağa yatacaksın ki ürkütmeyesin insanları

Becerikli olacaksın, elinden her iş gelecek, hem bir kadının yapabildiği hem de bir erkeğin yapabileceği her işi yapabilecek durumda olacaksın

Hamarat olacaksın, ev işlerinin hepsini kusursuzca hem de çabucak yapacaksın

Bilgili olacaksın, bir ortama girdiğinde öyle mal mal oturmayacaksın, sohbetlere dahil olacaksın

Eğlenceli ve komik olacaksın, yanında yamacında olan insanlara pozitif enerji vereceksin

Gerektiğinde üç maymunu oynamayı bileceksin ki herkes rahat etsin

Güçlü olacaksın, her türlü darbeye karşı dayanıklı olacaksın öyle salya sümük koyvermeyeceksin kendini

Güçlü olacaksın ama erkeğine muhtaç görüneceksin ki seni daha çok sevsin ama acıyarak sevsin

Detaycı olacaksın, oldu bitti demeyeceksin, bir olayın öncesini sonrasını düşüneceksin

Çalışkan ve başarılı olacaksın,  herkesi tatmin edecek iyi bir kariyere sahip olacaksın

Kendini bileceksin, nerede nasıl davranman gerektiğini bileceksin ki her ortama gönül rahatlığıyla çağırsın insanlar seni

Kadın olduğunu unutmayacaksın ama gerektiğinde bir erkek gibi kendini savunmasını da bileceksin

Bakımlı olacaksın hem de bunu çok paralar harcamadan yapıp ekonomik olacaksın

Acı eşiğin yüksek olacak, her ay düzenli gelen ağrılarına dayandığın gibi kalp ağrılarına da dayanacaksın

Kendine güveneceksin öyle pısırık, cesaretsiz ve korkak olmayacaksın

Anlayışlı olacaksın, her şeye vıdı vıdı etmeyeceksin, adamın kafasının etini yemeyeceksin

Gülümseyeceksin, birisi gözünün içine bakarak canını yaksa da gülümseyeceksin

Düşüneceksin, etrafındaki herkesi daha fazla nasıl mutlu edebilirim diye sürekli düşüneceksin ama en az kendini düşüneceksin

Genel verici konumunda olacaksın, almadan vermeyi bileceksin ve beklemeyeceksin

Hem anaç hem de seksi olacaksın 

İşveli, cilveli olacaksın ama bunu nerede kullanacağını bileceksin

Sakinleştirici olacaksın, baktın ortalık karıştı iyice karıştımayacaksın, yatıştıracaksın

Tacizlere açık olacaksın ama kendini korumayı da bileceksin

Kadın olacaksın ama içindeki çocuğu korumayı hep bileceksin

Erkek gibi yaşamayı öğrenip dişiliğini öne çıkartmayı unutmayacaksın

Sıfatlarına layık olacaksın, iyi bir anne, iyi bir kız kardeş, iyi bir kız çocuğu, iyi bir kız arkadaş, iyi bir sevgili, iyi bir eş olacaksın

Seveceksin, özleyeceksin, isteyeceksin, bekleyeceksin, uğraşacaksın, anlayacaksın ama olmadığında da "canı sağ olsun" demeyi bileceksin

Ağlarken bile gülümsemeyi bileceksin

Erkekler hep "kadınları anlamak çok zor", "nasıl bu kadar detaycı düşünüyorlar" derler ya, bütün bunları yazarken hak verdim kendilerine. Ben de anlamakta zorluk çekiyorum zaman zaman kadınları, bir insan bütün bunları nasıl yapabilir hem de kadın olduğunu unutmadan diye ;)


29 Mart 2012 Perşembe

Sevgili Misafir...

Değer veriyorum sana ama arayıp sormam, görüşmem bilesin diyorsanız, 

Değer veriyorum sana ama en çok da ben üzerim diyorsanız, 

Değer veriyorum sana ama istediğimi vermezsen benden kork diyorsanız,

Değer veriyorum sana ama bu senden bir şeyler aldığım sürece geçerli diyorsanız, 

Değer veriyorum sana ama aramızdaki alış veriş bitince hiç olmamışsın gibi davranırım diyorsanız,

Değer veriyorum sana ama uzaktan, yersen diyorsanız, 

Değer veriyorum sana ama sadece veriyorum göstermemi bekleme diyorsanız, 

Değer veriyorum sana ama seni kırmaktan da hiç çekinmem diyorsanız,

Değer veriyorum sana ama senin için uğraşacak halim yok, boşuna bekleme diyorsanız,

Değer veriyorum sana ama sakın bana ihtiyacın olduğunda arama çünkü gelmem diyorsanız, 

Değer veriyorum sana ama en ufak olayda çeker giderim diyorsanız,

Değer veriyorum sana ama değer mi değmez mi emin olamıyorum diyorsanız,

Çok rica ediyorum, bana değer vermeyiniz... 



Çünkü ben hayatıma misafir olan sizlere, misafirliğiniz boyunca da misafirlik bittikten sonra da gerçekten değer veriyorum. O kadar ucuz bir şey mi ki değer vermek, her önümüze gelene verelim? O değere layık olduğunuza inandığım için misafir ediyorum sizi. Bunu da sadece söylemekle kalmıyor, davranışlarımla da hissettirmeye çalışıyorum sizlere ve o yüzden bu kadar canım yanıyor kuru kuru verilen değerlere. O yüzden kıyamıyorum, kıyılsam da... 


Ha yok, illa ben değer vereceğim diyorsanız da o zaman gereklerini yapınız. Kuru kuruya değer veriyorum sana demekle olmuyor. En azından ben yemiyorum. 


Değer vermeye değer bulduğunuz herkese sahip çıkmanız umuduyla...


28 Mart 2012 Çarşamba

Mutsuz mutluluk...

Mutsuzluğumuz kronikleşmiş de haberim yokmuş. Üzerimize yapışmış, gitmek bilmiyor. Çağın hastalığı sanki. Herkes mi mutsuz olur kardeşim ya?  Biri de çıkıp "çok mutluyum, her şey istediğim gibi" dese dişimi kıracağım yeminle.

Kiminle konuşsam mutsuz, umutsuz. Herkes şikayetçi içinde bulunduğu durumdan. Kimi işinden, kimi eşinden, kimi anasından babasından, kimi sevgilisinden, kimi çocuğundan, kimi olduğundan, kimi de olamadığından... Her şeyi olan da mutsuz, hiçbir şeyi olmayan da. Belki de gerçekten ne istediğimizi bilmediğimiz için mutsuzuz bu kadar. Mutsuz olduğumuz kadar da öfkeliyiz aslında hayata ve insanlara. 

Aslında hepimiz istiyoruz mutlu olmayı ve sözde çabalıyoruz ama özde kılımızı bile kımıldatmıyoruz bunun için. Eksiklerimizi görüp tamamlamaya çalışıyoruz güya ama çabuk pes ediyoruz, sıkılıyoruz, yoruluyoruz. Değişmeden değişsin istiyoruz her şey ve herkes. İstiyoruz ki her şey kendiliğinden olsun bitsin. İstediklerimiz olmayınca da "kader " diyoruz ya da "kısmet değilmiş". Kader olduğuna inanmak kolay geliyor da değiştirmek için uğraşmak zor geliyor.

Kader alın yazısı demek, her şeyi olduğu gibi kabullenmek demek değil ki. Memnun değilsem çalıştığım yerden, kaderimde çalışacağım iş yerleri sırasıyla yazılmış nasılsa ben boşa iş falan aramayayım, zamanı gelince onlar gelip beni bulur mu demeliyim bu durumda? Kocasından dayak yiyen kadın "ne yapalım bu da benim kaderimmiş" deyip göz mü yummalı koca zulmüne? Mutsuzsan yaşadığın ilişkiden "kaderimde bu varmış, yapacak bir şey yok" deyip devam mı etmeli?

Daha da mutsuz olmaktan korktuğumuz için elimizde olanları kaybetmeyi de göze alamıyoruz ve mutsuzluğumuza kader deyip kabullenmek, risk almaktan, denemekten ve uğraşmaktan daha kolay geliyor. Belki fazlasıyla yorgun ve tahammülsüz olduğumuz için belki de hayatla mücadele etmekten, başkalarının mutluluğu için uğraşmaktan o kadar yorulmuşuz ki kendi mutluluğumuz için uğraşmaktan vazgeçmişiz farkında bile olmadan. Başkaları için yaşarken, kendimiz için yaşamayı unutmuşuz. Kimimiz bilerek, kimimiz bilmeyerek mutluluğumuzu bile başkalarının mutluluğuna bağlamışız. 

Mutsuzluğu seçmek, mutlu olmaya çalışmaktan daha kolay ama daha yorucu. Bilmiyorum herkes nasıl bir yol bulur kendine mutlu olabilmek için ama ben deniyorum hala umutsuzluğa kapılmadan. İstediklerimi biliyorum ve olmaları için uğraşıyorum tüm yorgunluğuma ve yılgınlığıma rağmen. Olmadı diye hayata da küsmüyorum. Biliyorum ki, mutluluğum bir başkasının mutluluğuna bağlı değil. Bunu anlamam ve kabul etmem bile uzun uğraşlardan sonra oldu. Zor oldu ama oldu. Biliyorum ki, yaşadığımız hiçbir anın tekrarı yok. O yüzden yaşadığım "an"ların ve hayatımda olanların kıymetini daha iyi biliyorum artık. 


Hayat ne dün ne de yarın, hayat tam da bugün ve bugünü nasıl yaşayacağımız sadece bize bağlı. Ya mutlu olmayı seçip bunun için elimizden geleni yapacağız ya da kader deyip geçeceğiz...


27 Mart 2012 Salı

Adam olmak zor geliyorsa insan ol, o da yeter...

Bugüne kadar ne yaşadıysam, ne yaptıysam hep arkasında durdum. Olmayacak bir adam sevdiğimde de durdum, komşularımı dövdüğümde de, saçma sapan bir şey yaptığımda da. Olması gereken de budur diye düşünürüm. Bir şey yapıyorsan, yaşıyorsan ya da söylüyorsan arkasında durman, sahip çıkman gerekir. Arkasında duramayacağın, sahip çıkamayacağın şeyi zaten yaşamazsın, yapmazsın.  

Hep bildim ne istediğimi ve bulduğumu düşündüğümde de peşinden gittim. Sormadan, sorgulamadan. Canımın yandığı çok zamanlar olmuştur seçimlerim ya da yaşadıklarım yüzünden. Ama ona rağmen ne kimseye ah etmişimdir ne de canını yakmak istemişimdir. Ben istedim ve yaşadım kardeşim kime neyin ahını edip, kimin canını yakacağım? Yaşadığım gibi sonuçlarına da katlanırım. Kimseye bunu ödetme gibi bir lüksüm olamaz. 

Kadınlar ne yazık ki daha güçlüler erkeklere göre, özellikle ilişkiler konusunda. Olacağına dair inancı varsa gider sonuna kadar peşinden, göğüsler pek çok şeyi, yarı yolda bırakmaz sevdiğini. Bittikten sonra da sahip çıkar ilişkisine de sevdiğine de. Aşk ya da sevgi bitse de "insan" olarak verdiği değer bitmez kadında. Ne yaşamış olursa olsun. O adam girmiştir bir kere yüreğine ve kadın istemediği sürece de çıkmaz. Sevgisi şekil değiştirse de kalır o yürekte. Yaşadıklarına saygısından konuşmaz da konuşturmaz da. Her ne yaşamışsa kadın, arkasındadır.

Ama üzülerek görüyorum ki bunu yapamayan çok erkek var. Erkek diyorum çünkü kadınların, en azından benim tanıdığım kadınların hiç birinde böyle bir sıkıntı yok. Erkekler için, bu da yine benim tanıdığım, duyduğum, gördüğüm erkekler için geçerli, aynı şeyi söyleyemeyeceğim maalesef. Hoş, yaşarken arkasında duramayan bir erkekten, bittikten sonra arkasında durmasını beklemek de bizim salaklığımız :) Abi yaşarken sahip çıkamamış ne sana, ne ilişkisine, bittikten sonra mı çıkacak a akılsız kızım? Erkekliğin şanındandır kaçmak da inkar etmek de, hatta arada istediğini alamayınca çamur atanların görüldüğü de oluyor :) 


Vardır tabii bunun tam aksi, erkekle kadının yer değiştirdiği durumlar da. İşte o yüzden galiba önemli olan erkek ya da kadın olmak değil, önemli olan adam olabilmek. Adamlık da zor zanaat, hele bu devirde. Herkesin bu kadar bencilleştiği, amaçların başkalaştığı, ne istediğini bilmeyenlerin sayısının gün geçtikçe arttığı, istediği olmadığında bambaşka hallere bürünenlerin çoğaldığı böyle bir dönemde adam olabilmek gerçekten zor. 


Adam olmaya çalışırken de şunu unutmamak gerek; yaşadıklarındır seni sen yapan, sana değer katan. İyisiyle kötüsüyle ne yaşadıysan sensindir o. Kimse kimseye zorla bir şey yaptırmıyor ki, herkes istediği, inandığı şeyi yaşıyor yanlış da olsa. Yaşıyorsan sonuçlarına da katlanırsın ve öğrenirsin sana kattıklarının yanında ,senden götürdükleriyle yaşamayı...


26 Mart 2012 Pazartesi

Aşk...

Aşk bahardır

Aşk iki kişiliktir

Aşk ben olmaktan çıkıp biz olmaktır

Aşk inanmaktır

Aşk paylaşmaktır

Aşk insanın kendini her zamankinden daha iyi hissetmesidir

Aşk kendinden çok onu düşünmektir

Aşk onsuz olmak istememektir

Aşk o şimdi ne yapıyor diye düşünmektir

Aşk uykuya dalarken onlu düşler kurmaktır

Aşk uyandığında aklına ilk onun gelmesidir

Aşk saatleri saymaktır

Aşk gözün, kulağın telefonda yaşamaktır

Aşk yüzünde sebepsiz yere oluşan gülümsemedir

Aşk midende kelebek uçtuğuna inanmaktır

Aşk yemeden, içmeden kesilmektir

Aşk gözlerinin içinin gülmesidir

Aşk hayaller kurmaktır

Aşk tövbe tutmayan tek duygudur 

Aşk onu başkasıyla düşündüğünde yüreğinin sıkışmasıdır

Aşk herkeste onu görmektir

Aşk dünyanın sonunun geldiğini düşünmektir

Aşk hastalıklı bir ruh halidir 

Aşk olmayacak duaya amin demektir

Aşk sonu mutsuz biten masala inanmaktır

Ve aşk mutlaka yaşanması gerekendir...



25 Mart 2012 Pazar

İlişti ilişki oldu, itişti bitişki oldu...

Daha önceki yazılarımdan birinde söylemiştim; en kötü sonuç bile daha iyidir bilinmezlikten  diye. Az evvel bunun ne kadar doğru olduğunu bir kez daha anladım. Bir haftadır içimi kemirip bitiren, canımı sıkan "şey" bitti ve ben kendimi gerçekten rahatlamış hissediyorum.

Bir haftadır biliyordum aslında gelinecek noktanın bu olduğunu ve bu yüzden bugün ne aradım ne de sordum. Ama nedense duymadan rahatlamam ben. İlla kulaklarımla duyacağım ki inanayım. Başka türlü basmaz benim taş kafam yıllardır.

Hiç aklıma gelmezdi bir gün birinin karşıma geçip "benim için çabalamanı istemiyorum, ben kimse için böyle çabalamam" diyeceği. Ha elbette yaşadığım "şey"in bitme sebebi bu değil. Buna inanacak kadar salak değilim ne yazık ki. O yüzden istediğim cevabı almak için sürdürdüm konuşmayı ve öğrendim sonunda gerçek sebebi. Olmamış, umduğu gibi olmamış. İlk tanıştığımızda "tamam budur, iyi anlaşırız, güzel olur her şey" demiş ama sonra bir şeyler ( onları ne yazık ki öğrenemedim, çok direndi söylememek için ) olmamış. Ha şöyle, dürüst ol canımı ye abicim ya. Çocuk muyuz biz kıvranıp duruyoruz bir haftadır?

Garip gelecek belki ama şu anda hiç üzgün değilim. Aksine kendimi şanslı hissediyorum ki yolun başındayken gördüm bunları. Ya daha çok vakit geçirseydim, daha çok alışsaydım, ya sevseydim bir de ve yola çıkmaya değer gördüğüm adam ya o zaman bunu yapsaydı bana? İşte bu yüzden gerçekten şanslıyım. 

Ha hiç mi üzülmedim? Elbette üzüldüm. Ama üzüntüm bitmiş olmasına değil. Kocaman bir sevdayı bitirdim ben zamanında, o yüzden biliyorum herkes gidebilir, her şey bitebilir. Beni üzen, insanlara dair yaşadığım hayal kırıklıklarının bir türlü bitmiyor oluşu. Bitmez de bu hayal kırıklıkları ne acı ki ve daha çok üzülürüm ben...

Artık daha en başından sonlar düşünülür oldu ilişkilerde. Sevda sanıyoruz hevesleri. Bencilce yaklaşıyoruz insanlara. Kolay geliyor "baktım olmuyor" demek. Hızlı başlayıp, hızlı tüketir olduk insanları. Tüketim toplumu olmanın hakkını yaşadığımız ilişkilerde de veriyoruz. Tüketip geçiyoruz, tükendiğimizin farkına varmadan. İşte bunu bildiğim için, çokça şahit olduğum için onu anlattığım herkese demiştim ki "çok acele etmek istemiyorum". Ama becerememişim demek ki :) Eğer becerebilseydim(k) biraz sindire sindire yaşamayı, belki arkadaş olmaktan yana kullanacaktık seçimimizi ve birbirinin hayatlarına teğet geçmiş iki yabancı olmayacaktık şimdi belki de.

Bana bir mesajında "inşallah keşke hiç tanımasaydım" demezsin diye yazmıştı. Dedirteceğini bildiğinden mi söylemişti bu lafı yoksa öylesine mi bilmem, ama ben ona rağmen söylemiyorum bunu. Çünkü biliyorum ki onun gelişinin de bir anlamı var. Çünkü yaşadığımız hiçbir şey tesadüf değil bu hayatta. Hayatımıza giren her insanın, yaşadığımız her olayın bir nedeni var. O yüzden bu sefer de "keşke hiç tanımasaydım" demeyeceğim. Ama keşke bunu yazacağına "iyi ki hayatıma girdin demeni çok isterim" deseydi ve ben de keşke "iyi ki" diyebilseydim... Ve keşke tanıştığımız o anda kalsaydık diyorum...

Klişe bir cümle ama yazmadan edemeyeceğim "kavun, karpuz değil ki bu koklayarak anlayasın". Klişe ama doğru bir cümle. Koklayarak anlamamız mümkün olmadığından yaşayarak anlamaktan başka çaremiz yok. O yüzden ne çıkarsa bahtımıza diyerek yaşamaya devam... 

Dip not : Ben inanmak istediğim için doğru kabul ettim tüm söylediklerini, iyi bir yalancı olduğu için değil ;) 

23 Mart 2012 Cuma

Aşkın mevsimi midir bahar yoksa aşk zaten bahar mıdır?

Sabahları uyandığımda kuş cıvıltıları duyuyorsam, güneş perdelerin arasından bana göz kırpıyorsa, yataktan kalkarken zorlanmıyorsam, işe yürürken hafif hafif terliyorsam, işten çıktığımda hava hala aydınlıksa ve ben eve girmek istemiyorsam bahar gelmiş demektir artık. 

Evlerde bahar temizlikleri yapılıyordur şimdilerde. Perdeler, halılar yıkanıyor, kışlıklar kaldırılıp, bahara yakışır giysiler konuyordur yerlerine. İnsanın içini kaplayan temizlik kokusu sarar şimdi evleri, baharın kokusuyla birlikte. Sabahları pencereler açılıyordur, kuş cıvıltıları içeri dolsun temiz havayla birlikte diye.  

En çok da insanlardan belli olur aslında baharın gelişi. Sabah kapıdan girdiğinde "bıktım artık kardan kıştan, bu ne ya", "her yer çamur" yerine "günaydınnnn, ne güzel bir gün ya pırıl pırıl" diyorsa insanlar bilin ki bahar gelmiştir. İnsanların ruhlarına yerleşen kasvet gitmiş, yerini baharın cıvıltıları kaplamıştır. Mutludur insanlar artık, yüzleri güler. 

Kışlık, kat kat giysiler atılır bedenlerden. Bedenler de hafifler ruhlar gibi. İnsanın içini garip bir heyecan kaplar. Sanki bahar güzelliklerin müjdecisi gibi. Sanki her şey daha güzel olacakmış gibi. Deri değiştirir insan baharda. Kış boyunca sertleşmiş, kararmış derisini atar, yeni ve parlak derisine kavuşmak için.

Kış boyunca yaprakları dökülmüş, çıplak bedenleriyle yollarımıza dizilen ağaçlar da yeniden kavuşur giysilerine. Kimisi yapraklarını giyer, kimisi çiçeklerden süsler de takar bedenlerine Ağaçların yaprakları, çiçekleri gibi umutlar da yeniden yeşerir hayata dair. 

Kış boyu saklanacak, korunaklı bir yuva arayan kediler, köpekler de daha özgürdür artık. Güneşin ısıttığı, yeni yeni yeşermeye başlayan çimlerin üstüne bırakırlar bedenlerini, huzurla.

En çok da aşıkların mevsimidir bahar. Anlamsız kıpırtılar olur kalbinde, heyecanlanırsın durup dururken. Daha çok birlikte olmak istersin sevdiğinle. Güneş ısıtırken bedenleri daha da yakınlaşır sevgililer. Soğukta ısınmak için sokulduğun bedene, sadece daha yakın olmak için sokulursun. Kışın hızlı hızlı yürüdüğün yollarda, kuş cıvıltılarının ve nergis çiçeğinin enfes kokusu eşliğinde elele yürürsün. Kışın soğuğunda bitmek bilmeyen yollar hiç bitmesin istersin.

Her şeye yakışır bahar. Ağaçlara, kuşlara, rengarenk bedenlere... Ama en çok da aşka yakışır bahar...


22 Mart 2012 Perşembe

Ben de herkes gibiyim işte...

Bugün karmakarışık aklım da yüreğim gibi. Hem bir sürü şey var yazmak istediğim hem de yoklar. Ben gibi... Bugün ben de bir varım bir yok...

Bazen olur ya hani hiçbir şey yapmak istemezsin, yapmak istediğin çok şey olmasına rağmen. İşte aynen öyleyim...

Kafamda bir sürü düşünce, hepsi birbirinin içinde...

Belli ki bugün yazmak da rahatlatmayacak beni...

Bu blogu açtığımdan beri daha iyi hissediyorum aslında kendimi. Konuşmayı sevdiğim gibi yazmayı da seviyorum. Konuşamadığım zaman yazıyorum ben kendimi bildim bileli. Kimileri ulaştı sahiplerine, kimileri de sahipsiz kaldılar...

Kaç kişi düzenli takip ediyor, kaç kişi severek okuyor bilmiyorum ama hiç tanımadığım birinden "severek okuyorum", "bugün yazı yok mu?" cümlelerini duymak tahminimden daha keyifliymiş. Biraz da merak var tabi kim bu "Huysuz ve Tatlı Kız" diye "neden kendi kimliğini saklıyor" diye. Bilenler var tabii kim olduğumu. Ama sadece çok yakınlarım...

O kadar da önemli değil bence kim olduğum, ne olduğum ya da neye benzediğim. Duygularını saklayamayan, öfkesini gizleyemeyen içinde ne varsa dışına yansıyan, gözlerine bakınca bile çok şey görebileceğin biriyim işte. Biraz akıllı, biraz cömert, biraz sevgi arsızı, biraz şımarık, biraz huysuz, biraz tatlı, biraz neşeli, biraz karamsar, biraz duygusal, biraz agresif, biraz düşünceli, biraz iyi, biraz kötü ve biraz da deli... 

Bazen umutlu, bazen umutsuz...

Bazen mutlu, bazen de mutsuz... 

Bazen çok, bazen hiç...

Biraz onun gibi, biraz da sen gibi... 




21 Mart 2012 Çarşamba

Konuşalım, olmadı koklaşalım ama yeter ki anlaşalım...

Onca iletişim kaynağımız varken iletişememek ne büyük bir sıkıntı. O yüzden özlüyorum eski zamanları. Sadece ev telefonlarının olduğu zamanları. Biri beni aramadığında meraktan tutuşmadığım, aramıyorsa vardır bir sebebi dediğim zamanları, telefon açılmıyorsa belli ki evde yok diyip telefonu huzurla kapattığım zamanları. Oysa şimdi bir sürü iletişim yolumuz var ama daha az iletişim kuruyoruz sevdiklerimizle. Uzun uzun konuşup dil dökmek istemediğinde atacağın tek bir mesaj, rahatlatacakken karşındakini bunu bile esirgiyoruz. 

Konuşmadan, söylemeden anlasın istiyoruz herkes her şeyi. Bunun da mümkün olduğu zamanlar var elbette ama o zamanlara gelebilmek için uzun uğraşlar vermek gerekiyor. Arkadaş ya da sevgili fark etmiyor, yaşanmışlıkların çoksa susarak da anlaşabiliyorsun. Ama daha yolun başındaysan bu ne yazık ki mümkün olmuyor. Konuşmak, anlatmak ve dinlemek gerekiyor ki anlayabilesin, tanıyabilesin. 

Konuşamadığında, duymak istediğin ses, beklediğin mesaj bir türlü gelmediğinde içini kaplayan o huzursuzluk nasıl da farklı yönlere götürüyor insanı. Galiba en berbat ruh hali, o huzursuz ruh hali. Mutsuz olmak, üzgün olmak bile daha iyi huzursuz olmaktan. Ne olduğunu bildiğin durumlarla mücadele etmek daha kolaydır çünkü. Ama bilmediğin, adlandıramadığın bir durum karşısında ne yapacağını bilemeden, salak salak yersin hem kendini hem karşındakini. Kendi kendine düşünür, cevaplar bulur, hükümler verirsin. Kurarsın, kurdukça öfkelenirsin ve paranoyaklaşırsın en sonunda da. Sorularla cevaplar birbirine girmiş bir halde kalıverirsin ayazda.

Kimilerimiz sırf konuşup rahatlamak, sıkıntılarımıza çözüm bulmak adına psikiyatristlere, psikologlara gidiyoruz, hem de üstüne bir dünya para verip gidiyoruz da yanıbaşımızdakilerle konuşmaktan çekiniyoruz. Konuşup yanlış anlaşılmaktan, konuşup kaybetmekten ya da hem kendimize hem de karşımızdakine güvenmediğimizden, duymak istemediğimiz cevaplardan korktuğumuzdan, tam olarak ne istediğimizi bilmediğimizden susuyoruz. Sustukça büyüyor hem içimizdekiler hem karşıya hissettirdiklerimiz. Sonra işler içinden çıkılmaz bir hale gelip, haklıyken haksız durumlara düşüyoruz. En başta konuşup çözebilecekken pek çok konuyu sırf şimdi değil daha sonra diye diye erteliyoruz, erteledikçe de içinden çıkılmaz haller alıyor mevzular.

Sonuç olarak da;  kadınlar vıdı vıdıcı, baskıcı, ısrarcı, anlayışsız; erkekler de kaçak, korkak, yüreksiz oluyor. Sonra da diyoruz ki; "bu ilişkiler niye böyle", "bu kadınların hepsi neden baskıcı", "bu erkekler neden hep kaçıyor". Oysa ki ne kadınlar baskıcı, ne de erkekler kaçıyor. Açık açık ifade etmek yerine düşüncelerimizi, isteklerimizi susuyoruz sadece. Konuşarak çözemediğimiz konuları, susarak çözebileceğimizi sanıyoruz belki de, konuşamadığımız için kaybettiğimiz tüm kayıplarımıza rağmen...


20 Mart 2012 Salı

En çok babalar sever kızlarını ama en çok da babalar üzer bilmeden...

Bütün kız çocukları gibi ben de aşıktım babama küçükken ve belki de hala...

Onsuz gidilen bütün tatillerin ilk günleri ateşler içinde yatak döşek geçermiş benim için. Hayal meyal de olsa hatırlıyorum o günleri. Annemin de tatilini burnundan getirirdim babam da babam diye. Anne diye ağlardım her çocuk gibi ama en çok babama ağlardım.

Arkadaş baba-kızlardan olmadık biz hiç. Aramızda hep bir mesafe vardı. Sevgisini dokunarak ya da sözlerle göstermedi hiç babam. Bilmiyordu ki göstersin. Kocaman bir adam gibi gelirdi babam bana küçükken. Sonraları anladım ki boyu posu normalmiş, kocaman oluşu gücündenmiş meğer.

İlk içkimi kendi doldurdu kadehime. İçmeyi bileyim ki dışarıda içtiğimde dağılmasın ağzım yüzüm diye. Lüks bir restaurantta yemek yerken çatal bıçak kullanmayı da, dükkanda tek kabın içinden, işçilerle yemek yemeyi de o öğretti bana. Küfür etmeyi, batmak pahasına bile olsa dürüst ticaret yapmayı , paran varsa sevdiklerin ve kendi keyfin için harcaman gerektiğini, harçlıkla da istediğin her şeye sahip olunabileceğini, öfkelendiğinde bir insanın baban bile olsa ne kadar kötü görüneceğini, gururlu olmayı, adam gibi adam olmayı ve daha bir sürü şeyi ondan öğrendim ben.

Hayatıma aldığım tüm adamlarda o vardı biraz, belki de yoktu... Kimi gururlu, kimi hayatın içinden, kimi olduğu gibi, kimi sevgisini göstermekten çekinmeyen, kimi öfkesine yenik düşen, kimi konuşmaktan nefret eden, kimi dürüst, kimi yalancı, kimi aşık, kimi öylesine... Bulduklarımla mutlu olup, bulamadıklarıma öfkeleniyordum.

Sonra okudukça, dinledikçe, konuştukça anladım ki sadece benim değil, pek çok kadının ortak sorunuymuş bu.    Çoğumuz farkında bile olmadan babalarımızda ne varsa onu çekiyoruz hayatlarımıza. İyisiyle, kötüsüyle ne varsa o. Babasını herhangi bir sebepten kaybetmiş bir kadının hayatına giren adamları ilgiden boğması da bundanmış, alkolik bir babayla büyüyüp, nefret etmesine rağmen içkiye düşkün adamı sevmesi de, konuşmayan babasına inat konuşkan adamları sevmesi ama hep konuşmaktan aciz adamlarla olması da...

İki sene önce gittiğim psikiyatristle konuşmam neticesinde fark ettim ben de bunu yaptığımı. Yaşadıklarımı anlattığımda, bildiğim ama görmezden geldiğim gerçeği söylediğinde suratıma tokat yemiş gibi oldum önce. Sonra uzun uzun düşündürdü beni. Adam haklıydı, seçtiğim bütün adamlarda ona duyduğum öfke ya da sevgi vardı. Sevgili değil de babamın bir kopyasını arıyordum sanki. Sonra öfkenin daha ağır bastığını fark ettim. Önce bunu yenmem gerekiyordu. Babama duyduğum öfkeyi yenemezsem kendimi yiyip bitirmeye devam edecektim belli ki :)

Onu, yaşadıklarını, yaşayamadıklarını ve yaşatamadıklarına duyduğu öfkeyi anladım önce ve sonra affetmeyi öğrendim. Önce babamı affettim, sonra hayatıma giren bütün erkekleri ve kendimi. Yaşadığım ilişkilerde payıma düşen tüm hataları kazıdım beynime, doğrularını bulabilmek adına... 

Artık biliyorum ki, o adam benim babam ve ondan başka yok. Onun gibisini ya da onda olmayanları aramak da, bulduğunda saplanıp kalmak da karşındakine ama en çok da kendine haksızlık. Biliyorum ki, ne kimse beni onun gibi sevebilir, ne de ben... 

Ben artık babamı buldum ve vazgeçtim onu aramaktan...





19 Mart 2012 Pazartesi

Yüzleşme...

Bazen erken hükümler veriyorum galiba

Kırılan kalbimi yapıştırmaktan yorulduğumdan 

Kötü tecrübelerin bıraktığı izlerden

Yaşadığım, tanık olduğum yüzeysel ilişkilerden

Sırf elde etmek adına dökülen dilleri iyi bildiğimden

Konuşmak isteyip, konuşamadığımda kafamda oluşan senaryolara dur diyemediğimden

Üstünü örttüğüm korkuların, huzursuz zamanlarda ortaya çıkmalarından

Uzun zamandır hep aynı senaryoyu okumaktan, dinlemekten bıktığımdan

Ama en çok da mutlu olmak istediğimden

Belki de bu erken hükümlerim...


Kalbim dokuz canlı...


İnsanlara ve sevgiye inancımı yitirmedim hiç, yaşadığım onca hayal kırıklığına rağmen. Bir daha asla diyenlere inat hep bir daha olsun bir daha yaparım dedim. Çünkü sevmenin ne kadar güzel bir duygu olduğunu biliyorum ben. Birini sevince bünyede oluşan, hem fiziksel hem de ruhsal, değişimleri biliyorum ve seviyorum. Birini düşünmeyi, özlemeyi, biri için süslenmeyi, heyecan duymayı, gözüm telefonda yaşamayı seviyorum ben. Bunu bulduğumu düşündüğümde de acaba sonu ne olur diye düşünmeden.   

Yüreğinin sesini dinleyenlerdenim ben. O yüzden üzülüyorum hala her gidenin ardından. Ne olduğunun, kim olduğunun, ne kadar kaldığının ya da ne verdiğinin önemi olmuyor benim duygularımın yanında. Gri olmuyor bende. Ya siyah ya beyaz. Birini ya seviyorum ya da sevmiyorum. Seversem de ona beni üzme hakkını vermiş oluyorum. Hep derim, sen izin vermezsen kimse seni üzemez diye. O yüzden kızmam hiç beni üzenlere. Çünkü ona bu hakkı ben veriyorum. Ben izin verdiğim kadar hayatımdalar ve ben izin verdiğim kadar üzebilirler. 

Bugün üzgünsem, kırgınsam ve öfkeliysem bunun sorumlusu benden başkası değil. Kimse beni zorlamadı ona inanmam ve yüreğimi açmam için. Ha belki o, oyunlar oynadı, olduğundan farklı gösterdi kendini bunu bilemem çünkü ben ona inanmayı seçtim. Çünkü ben geçmişteki tüm acı tecrübelerime rağmen hala yüreğime şans tanıyorum yeniden sevsin diye. Bitişlere de üzülmüyorum aslında, yüreğim alıştı çünkü bitişlere. Sadece gereksiz tepkilere, kaçışlara, insanlıktan çıkışlara ve terbiyesizliklere üzülüyorum ve kızıyorum. Sadece hayatıma girmek için gösterdikleri çabayı, gidiyorum derken gösteremedikleri için kızıyorum. İnsanların bir hiç için bu kadar kalp kırmaya alışmalarına kızıyorum. Konuşarak geldiğin yürekten, sessizce kaçarak gidişlere kızıyorum. Oysa gitmek de en az gelmek kadar kolay. Yeter ki bunu söyleyebilecek yüreğin olsun. 

Biliyorum bunu da yeneceğim, bu da geçecek. Çok hayal kırıklıklarım oldu insanlara dair. Ama hiç bir zaman umudumu yitirmedim. Her yeni insan yeni bir şans diye düşünerek yaklaştım tüm gelenlere. Kimseye ön yargılı yaklaşmadım. Biri beni üzdü diye her gelen üzecek demedim hiç. Her şeye rağmen yüreğimin sesini dinledim ben. Dinlemekten de vazgeçmeyeceğim. O yüzden bu yaşadığım son hayal kırıklığım olmayacak biliyorum. Ben inanmaya, güvenmeye ve istemeye devam edeceğim. Olursa ne ala, olmazsa da herkesin canı sağolsun diyip yoluma devam edeceğim bugüne kadar ettiğim gibi. Yaşamadan anlamak mümkün olsa keşke bazı şeyleri ama öyle bir teknoloji yok ne yazık ki henüz. O yüzden yaşayarak, deneyerek öğrenmeye devam edeceğim. Kimi güzellikler bırakacak giderlerken arkalarında, kimi hayal kırıklıkları... Ama her yaşadığım kar kalacak yanıma...



16 Mart 2012 Cuma

Elim sende...

Çocukken bahçeli bir evde ya da apartmanda yaşadıysanız sokakta oynanabilecek her oyunu oynamışsınızdır mutlaka. Yakantop (kimilerine göre yakartop), dalya, saklambaç, kukalı saklambaç, istop, tüf tüf (mermisi kağıttan külah olan, plastik borular ile mahalle arası yapılan savaşlarda kullanılan en önemli silah), en sevdiğimiz oyunlardandı.. Ha bir de manasız bir oyun vardı oynadığımız, kocaman bahçede önde bir arkadaşım arkada ben ya da ben önde o arkada birbirimizi kovalar dururduk. Kovalamaca ya da elim sende denirdi bu oyuna da. Kaçanı yakalayınca elim sende derdik de niye derdik orası meçhul işte :) Bu oyun bir taraf yorulana ya da anneler "yeter terlediniz artık" diyene kadar devam ederdi manasızca :)

Çocukken neden oynadığımızı anlayamadığım bu oyun, şimdilerin en gözde oyunu oldu. O saçma oyunun bu kadar prim yapacağını hayatta tahmin edemezdim. İnsanlar arasında sürekli bir kovalamacadır gidiyor. Kimle konuşsam dertli bu konudan. Kimileri sürekli kovalamaktan, kimileri kovalanmaktan, ama en çok da oyunun bitiş şeklinden dertliler.

İlişkilerin başlama evresinde her zaman küçük ama masum oyunlar olmuştur. Bu oyunlarla süslenmiş bir flört dönemi bir ilişkinin en keyifli dönemidir bence. Birbirini tanıma ve ısınma döneminde rahatlatır iki tarafı da, kasılmaları engeller. Ama oyunu da tadında bırakmak gerek. İlişkinin bütününü bir oyun gibi görmeye başladığımızda sıkıntılar da beraberinde geliyor. Kovalayan da kaçan da yoruluyor, yoruldukça saçmalıyor.

Biri geliyor ve hiç beklemediğin bir anda hayatına sızıyor. Sen nedir, ne değildir anlamaya çalışırken ve biraz da mesafeli dururken, bu tepkilerin karşındakine naz gibi geliyor. Sanıyor ki kaçıyorsun ve oyuna start veriyor. Kovalayan tarafın maksadı yakaladığında bırakmamaksa, bir sorun yok aslında ortada. Oyun o zaman gayet keyifli oluyor. Ama "elde ettim, sıkıldım, o kadar kolay değil beni peşinden koşturmak hadi bakalım biraz da sen koş" düşüncesine giriyorsa tehlikeli.

Oyun başladığında edilen telefonların, atılan smslerin ve görüşme taleplerinin ardı arkası kesilmiyor, sen önde o arkada geçiyor günler ta ki sen evet diyene kadar. Ne zamanki  sen ona doğru koşmaya başlıyorsun bu sefer o arkasını dönüp kaçmaya başlıyor. "İyi de ben kaçmıyordum , sadece sana inanmam, seni tanımam için gereken zamanı kullanıyordum, hadi bakalım elim de sende, aklım da" desen de nafile. İstediğini aldı ya tutabilene aşk olsun, açık ara önde gidiyor abi. Ebelendin mi bitiyor oyun...

Kimileri hep böyle yaşar olmuş ilişkileri. Oyuncak etmişler sevgiyi. Ebelenmeden, ebelemek istiyorlar sadece. "Niye bir sevgilin yok" diye sordun mu da "etrafta kız yok" derler. Tamam kabul, bu oyunu oynamayı seven kızlar da var ama herkes aynı değil ki birader. Hala kaçmak nedir bilmeyen, duvara toslama pahasına duygularının peşinden giden bir sürü kız var etrafta. Sen ilişkiyi oyun olarak görmesen, istediğini elde edince 180 derece dönmesen göreceksin aslında bunu. Ama görmek istersen, yersen... 

Bu arada ebelemenin sözlük anlamını da bilmeyenler için yazmak istedim,  belki oyun oynarken bundan sonra daha dikkatli olurlar, oyunu bilerek oynarlar diye ;)

TDK Büyük Türkçe Sözlüğü'ne göre ebelemek; bir kimseye iyi bakmak, bakımına özen göstermek...







15 Mart 2012 Perşembe

Selvi Boylum Al Yazmalım...

Asya ile İlyas'ın hikayesini bilmeyeniniz yoktur herhalde , izlemediyseniz de duymuşsunuzdur eminim "Selvi Boylum Al Yazmalım" adlı filmi. Benim seyretmekten bıkmadığım ender filmlerden biri. Asya'nın İlyas'a söylediği "sevgi emektir" sözü ise filmin en sevdiğim ve hiç aklımdan çıkmayan repliğidir. 

Emek vererek kazandığımız her şeyin tadı bambaşka değil midir gerçekten? Hayatıma bakıyorum, elimde olanlara ve bir de olmayanlara. Uzun uğraşların, çabaların, birlikte geçirilen uzun zamanların sonunda kazandığım her şey ve herkes hala benimle. Emek verdiğin zaman kolay vazgeçmen mümkün olmuyor zaten. Kıyamıyorsun atmaya, sırtını dönmeye...

Artık ne aşklar ne arkadaşlıklar eskisi gibi kalıcı olmuyor, olamıyor. O kadar alışmışız ki kolay kazanıp kolay harcamaya, içimiz bile acımıyor artık kaybettiklerimize.Kaybettikçe de katılaşıyoruz galiba... Tüketmeye alıştığımız gibi, tükenmeye de alışıyoruz zamanla...

Hayatım boyunca yaptığım en iyi şey insan biriktirmektir derim hep. Hayatımda olan herkes benim için kıymetlidir, özeldir. Hepsinden aldığım ve hepsine verdiğim tat farklıdır elbette. Kimileri dost, kimileri arkadaş, kimileri sevgili... Bıkmam ben aramaktan, sormaktan, uğraşmaktan ve vermekten. Biri için yapabileceğim ne varsa yaparım karşılık beklemeden. Pek çok konuda tez canlı ve aceleci olsam da, bir an evvel sonuca varmak istesem de söz konusu insansa sabırlıyımdır. Canım çok yanmadıkça kolay kolay sırt dönmem kimseye, vazgeçmem.

Kolay kazandığım ne varsa kolayca da kaybetmişimdir. Yedi yaşındayken, aylarca harçlıklarımı biriktirerek aldığım oyuncak bebeğim hala benimle ama iki sene önce bir dünya para vererek aldığım cep telefonum kim bilir nerede... Otuz senelik çocukluk arkadaşım hala yanımda ama bir dönem ondan daha sık görüştüğüm ve daha çok şey paylaştığım kız arkadaşımın adı bile yok artık telefonumda...

Artık kimse uğraşmak, emek vermek istemiyor. İstiyoruz ki her şey ayağımıza gelsin. Maddesel konularda bunu yapar duruma geldik zaten. Alışverişin her türlüsünü yerimizden kalkmadan tek tuşla yapar olduk. Mümkün olsa arkadaşlarımızı, sevgililerimizi de bir tuşla seçeriz, hazır yapılmışı var nasılsa burada diye. Çok kolay teslim olup çok kolay vazgeçiyoruz artık. Ne tanımak için uğraşıyoruz ne de sevmek. Tanınmak istemiyoruz belki de sevmekten, sevilmekten korktuğumuz gibi. Belki de bu yüzden emek vermek istemiyoruz, nasılsa gideceğini bildiğimizden, nasılsa gideceğimizden... Gitmelere zorla alıştırıldığımızdan olsa gerek kalmaya olan inancımızın azalması...

Gerçekten sevmek zordur, yürek ister. Kaçmak kolaydır da kalmak, mücadele etmek, uğraşmak, emek vermek zordur. Zor olanı başarmanın hazzı ise hiçbir şeyde yoktur... 

Sevgi emektir ve emek taviz vermek değildir. Emek vermeden kazandığın şey sadece anlık bir zaferdir, kendini (egonu) tatmin ediştir. Emek vermek, senden bir şeyler almaz, sana değer katar, seni özel yapar. Emek vererek kazandıklarına paha biçemezsin, emek vererek kazandığın sevginin bedeli olmaz. Emek vererek kazandığın bir ilişki her gün biraz daha sağlamlaşır, seni her gün daha da içine alır ve her gün biraz daha çoğalırsın(ız). Çoğaldıkça da vazgeçilmez olursun, vazgeçemezsin... 

Emek verip her gün çoğalmak mı yoksa kaçak dövüşüp takılı kalmak mı? Karar sizin... 



14 Mart 2012 Çarşamba

Dört ayaklı kocaman yürekli canlar...

Dün gece çok sevdiğim bir can daha melek oldu...

Kimilerine göre sadece bir kedi ama bize göre çok şeydi. Garfield'in yaşayan hali, kocaman bir sarman... Çok değil sadece iki senedir bizimleydi. Benim ikinci evim dediğim evin ikinci kedisiydi. Geldiğinde el kadar yaramaz, çipil çipil bakan dünya güzeli bir kediydi Peynir. 

Yanımızda yatarken, biz kahkahalar atarken kötü bir oyun oynadı bize. Çaresiz bıraktı bizi, elimiz kolumuz bağlı kalakaldık o kendini ölüme teslim ettiğinde.

Diğer tüm sevdiklerimizin gidişleri gibi zamansızdı onun gidişi de. Ne gerek vardı ki gitmeye...

On yedi senedir bir kediyle paylaşıyorum evimi. Besliyorum diyemiyorum çünkü biz onunla hayatı paylaşıyoruz. Ben sadece ona yaşaması için gerekli olan besinleri veriyorum bir tabakta, tıpkı annemin beni beslediği gibi. Ben ağladığımda gözlerini gözlerime dikip, ben susana kadar ayırmayan, eve geldiğimde ayaklarıma dolanıp bana hoş geldin diyen, uykusuz gecelerimde yanımdan ayrılmayan, kafa kafaya verip uyuduğum oğlum o benim. 

Hayvanlar özellikle de kediler nankördür derler hep ama ben hiç denk gelmedim nankör bir kediye, nankör insanlara denk geldiğim kadar. Sen onun canını yakarsan o da senin canını yakar, can havliyle. Bu güne kadar ne bir kedi ne de bir köpek canımı yakmadı benim, insanların yaktığı kadar. Sen ona tüm sevgini versen de, özen göstersen de hiç zarar vermesen de, sebepsiz yere canını yakabilecek tek varlık iki ayaklı insan görünümlü bir hayvandır sadece. 

Siz hiç bir kedi ya da köpeğin bir insana işkence yaparak öldürdüğüne tanık oldunuz mu? Ya da sırf aynı sokakta dolaştıkları için insanların yemeklerine zehir kattıklarını duydunuz mu? Sahibi hastalandığında onu terk eden bir kedi ya da köpek gördünüz mü peki? Ben görmedim, duymadım, bilmiyorum...Ama sırf aynı sokakta yaşadığı için, sıcaklarda su içsinler diye sokağa bıraktığımız su kaplarının içine çeşitli zehirler katan, onlara türlü işkenceler yapan, eşi hastalandığında hemen bir yenisine giden bir sürü insan hikayesi biliyorum.

Sırf önüne bir kap su ve yemek koyduğunuz, arada dolaştırmaya çıkarttığınız, başını okşadığınız için sizi gördüğünde yerlerde yuvarlanan, ayaklarınıza dolanan, sarıldığınızda nefes alamıyorum yeter artık demeyen başka bir canlı biliyor musunuz? Ben bilmiyorum... Ama sırf seni seviyorum dediğim için giden adamlar biliyorum mesela. 

Şimdi kim nankör diye sormak istiyorum, biz mi yoksa onlar mı?

Onlar mı bizim hayatımızı zorlaştırıyor yoksa biz mi?

Duygularını sadece havlayarak, mırlayarak arada tırmalayarak, dişleyerek gösterenler mi daha tehlikeli yoksa döverek, söverek, yakarak, işkence yaparak gösterenler mi?

Biz miyiz dünyayı bu hale getiren yoksa onlar mı?




13 Mart 2012 Salı

Bir adet okunmamış mesajınız var...

Mektup yazardık eskiden sevdiklerimize. İçine özlemimizi, sevgimizi, düşlerimizi, anılarımızı koyardık zarfı kapatmadan önce. Uzun uzun anlatırdık her şeyi, en ince ayrıntısına kadar, kelimeleri kullanmaktan çekinmezdik. Kaç sayfa olduğunun bir önemi de olmazdı, tek zarfa sığardı nasılsa. Gözümüz posta kutusunda, mektubumuza cevap gelmesini beklerdik günlerce. Hiç tanımadığımız insanlarla mektup arkadaşı olup, bilmediğimiz hayatlara misafirlik ederdik. Özel günlerde postane önlerindeki kart postallardan alıp, keyifle yazardık arkalarındaki iki satırlık yere duygularımızı.

E-postalar çıktı sonra. Bir ekrana bakarak yazmaya başladık duygularımızı. Postaneye gitmeye gerek olmadan bir tuşla gönderdik yazdıklarımızı karşıdaki e-posta adresine. Cevap gelmesi de bir kaç saat sürer oldu en fazla. Posta kutularına sadece banka ekstreleri için bakar olduk. Özel günlerde toplu e-postalar yolladık. Hatta daha önceden hazırlanmış sanal kartlardan iliştirdik eklerine de. Biraz daha özenilmiş olsun diye. Başkalarının duygularıyla süsledik mektuplarımızı. 

Sonra giderek küçüldü mektuplarımız, bir sms e sığar oldu. Alo demek bile zor geldi çoğu zaman, toplu e-postalar gibi toplu smsler atar olduk sevdiklerimize özel günlerde. Duygudan yoksun, formaliteden bir mesaj yazıp yolladık A'dan başlayıp Z'ye kadar kayıtlı olan herkese, bir de adımızı soyadımızı ekledik sonuna, salak olanlar varsa arada, bilsinler kimden geldiğini diye. Cebimizde pahalı telefonlarla gezerken duygu fakiri olduk farkına varmadan. Önce sesimizi esirgedik sonra kelimelerimizi. 

Artık kimse bana ne canım diyor ne de teşekkür ediyor attığı mesajlarda. Ne selam ediyor ne hatırımı soruyor açık açık. Slm cnm nbr diyor, iyiyim canım sen nasılsın diyorum bir umut, tşk diyor kestirip atıyor. Uzun uzun "ben şimdi çıktım, yarım saat sonra söylediğin yerde olurum" diyor da canım diyemiyor  cnm diyor mesela. Her şeyi yazabiliyor uzun uzun da bir canım yazamıyor. Canım demek zul gelir oldu artık pek çoklarımıza. 

Büyüdük ve yenik düştük. Teknoloji o kadar girdi ki hayatımızın içine, hayatımızı kolaylaştıralım derken gerçek hayatın ne kadar dışında kaldığımızı fark edemez olduk. Karşılıklı konuşmak yerine iletilerimize yazdığımız mesajlarla anlaşır olduk sevdiklerimizle. Sanal arkadaşlarımız oldu sanal hayatlarımızı ve anlık duygularımızı paylaştığımız. 


Bir adım sonrasında sevgilimin çiçek almak yerine resmini çekip göndermesinden, telefonumda bir adet sesli öpücüğünüz var mesajı görmekten, ağlarken bilgisayar ekranından bir elin çıkıp gözyaşlarımı silmesinden, kendimi yalnız hissettiğimde telefonumun elimden tutmasından, yaslanacak bir omuz aradığımda laptopuma sarılmaktan korkuyorum...


7/24 mobilim artık. İstediğiniz zaman bana ulaşıp sevincime ortak olup,   üzüntümü paylaşabilirsiniz. Bir mesaj atıp yüzümü güldürebildiğiniz gibi beklediğim mesajı atmadığınızda türlü düşünceler içine de sokabilirsiniz. Ama dokunmanın, hissetmenin, gözlerin içine bakarak konuşmanın gücüne inandığımı ve anlık paylaşımlar yerine ömürlük paylaşımlardan yana olduğumu da belleklerinizin bir köşesine yazın lütfen...









12 Mart 2012 Pazartesi

Bitse de gitsek...

Ne uyuduğunu anlarsın ne de yaşadığını. Yüreğinin tam ortasına gelip yerleşmiş bir yumrudur seni her gün biraz daha çürüten. Çıkartıp atmak istersin de gücün yoktur. Onunla yaşamak istemezsin ama kurtulmak daha zor gelir. Her gün bu acıyı çekmeyi göze alır da yürek bir kere adam gibi yanmaktan korkar. Tüm yaşanmışlıklara ve yaşanamayanlara rağmen bittiğini bilirsin de bir türlü dilin varmaz bitti artık, gidiyorum demeye. Mantığın söyler hadi gidelim diye de yüreğine anlatamazsın gitmeyi.

Bir zamanlar çok mutlu olduğu yerde şimdi bunları yaşıyor olmayı kabul etmez yürek. Dün mutlu olduysak bugün de olabiliriz der. Gitmek yerine kalıp mücadele et der. Ben aynı benim, ne değişti ki der. Dün de çok seviyordum bugün de. Bizim sevgimiz güçlüdür hem, nelerin üstesinden geldi bunun da gelir der. O benden asla vazgeçemez der. Sadece konuşur zaten yürek, görmez olur.

Yürek değil elbette sadece kör olan. Gözlerini gerçeklere kapatan biziz, yürekten önce. Kimimiz yalnız kalmaktan korkarız, kimimiz saplantı haline dönüştürürüz, kimimiz de başka başka korkulara teslim olur bitti diyemeyiz.  Alışkanlıklarımıza ihanet etmekten de korkarız ve korkularla yaşamak gerçeklerle yaşamaktan daha kolay geldiğinden gitmeyi aklımıza bile getirmeyiz.

Otuzunu hatta kırkını geçmiş bir erkekse gidemeyen taraf, yalnızlıktan korktuğu, alternatifi olmadığı için gitmiyordur. Sorsan mutsuzum der, ne istediğimi bilmiyorum der, zaten doğru dürüst bir şey de paylaşmıyoruz der ama gitmez. Hem kendini, hem artık sadece "insan" olarak seviyorum dediği kadının ömründen çalmaya devam eder ta ki kadın gidene kadar. Ama ne yazık ki kadın da gitmeye niyetli değildir. Çünkü o da saplantı haline getirmiştir, çünkü onun da yeni birine tahammülü yoktur, çünkü onun da korkuları vardır. Ben senden vazgeçene kadar sen benden vazgeçemezsin der ve kangren olmuş bacağıyla yoluna devam eder. Birbirlerinin ömürlerini gasp ettikleri görmeyecek kadar kör olmuştur yürekleri de gözleri de. 

Yalnızlık zordur ve kimse yalnız kalmak istemez. Ama yalnız kalma korkusuyla ya da egolarımızın bize yaşattığı tüm korkularla, bitmiş, tükenmiş bir ilişkiyi yaşamak daha zordur. 

Bir bilsek çekip gitmenin aslında ne kadar iyi geleceğini ruhumuza, bir dakika bile durmayız orada. Ne kendimize ne de yüreğimize yapmayız bu eziyeti sıyrılabilsek korkularımızdan. Korkularımızdan kurtulup da bir cesaret bitti diyebilsek, kangren tüm vücudumuza yayılmadan bacağımızdan vazgeçmeyi göze alabilsek, her şey nasıl da güzel olacak bir bilsek. 

Bitiremediğimiz bitmiş ilişkilerimize "hoşçakal" dediğimizde önce için boşalmış gibi hissedersin, sonra yüreğin gün geçtikçe hafifler ve korkuların bir bir silinip gider aklından. Kendine geldiğin gün ise istesen de yalnız kalamazsın. 

Unutma! Evren boşlukları sever ;)



11 Mart 2012 Pazar

Biri bana "iyi" mi dedi?

Adının önünde "eski" sıfatının daha iyi duracağını düşünen herkesin diline pelesenk olan ve genelde size veda etmek üzere olan birilerinin söylediği cümle. Bir şekilde hayatınıza girmiş, görevini tamamlamış, alacağını almış insanlardan duyarız. Eski sevgili, arkadaş, eş, patron... Ama en çok da "eski" sevgilinin başvurduğu cümle. Eskimesi önemli değil de bari eskirken adam olabilseydi...


Gidişine bir kılıf bulmak ve biraz da olsa vicdanını rahatlatmak için kullanılan can simidi cümle. Adam hem kendi vicdanını rahatlatmak hem de ipleri tamamen kopartmamak adına başlar "sen çok iyisin"leri ezberden söylemeye. İpleri kopartmak istemez çünkü zamanın ne getireceği hiç belli olmaz. Belki tekrar senin "iyi" hallerine ihtiyaç duyabilir, kim bilir... Daha önce söylenmişleri var nasılsa, aralarından alır sana uygun olanları söyler. Sonuna da seni asla kaybetmek istemiyorum diye ekler ki sen kendini hem "iyi" hem "önemli" hisset. Sorma, sorgulama, kızma... 

Sen çok iyi bir insansın, sen çok iyi bir sevgilisin, sen çok iyi bir kızsın... Ama ben seni hak etmiyorum. Ulan bunu yeni mi anladın diye sormazlar mı adama? Bunca zaman yanımdaydın, hep kötüydüm de tam gideceğin zaman mı fark ettin benim çok iyi biri olduğumu? Hem madem bu kadar iyiyim ne halt etmeye gidiyorsun ki, rahatlık mı batıyor sana? Hiç bir insandan "iyi" olduğu için vazgeçilir mi? Böyle saçma, böyle yalan bir bahane daha olabilir mi? 


Hepimiz kocaman insanlar olduk artık beyler ve hepimiz biliyoruz ki; kimse "çok iyi" olduğu için terk edilmez. Kendi çapsızlığınıza bizim "iyi"liğimizi kurban etmeyin artık bir zahmet. 


Sıkıldım senden de. Senin yanında kendimi iyi hissetmiyorum de. Bir başkasına aşık oldum de. Zaten seni hiç sevmedim de. Mutsuzum de. İstemiyorum de. Bitti de sadece mesela hiç birini diyemiyorsan ama yeter ki "sen çok iyi" ile başlayan ve sırf kendi vicdanını rahatlatmak için o cümleyi söyleme. Çünkü midemde daha hazmedilmemiş çok cümlem var benim "sen çok iyi" ile başlayan ama ben berbat bir yalancıyım diye biten...

10 Mart 2012 Cumartesi

Bir cumartesi günlüğü...

Bütün hafta kapalı ve kasvetli bir havaya maruz kaldığımdan olsa gerek bugün kendimi sokaklara atasım var. Ha bugün farklı mı hava? Ne yazık ki hayır. Ama olsun bugün cumartesi, benim en sevdiğim gün ve içimde güzel hisler var. O yüzden bugün hiçbir şeyin keyfimi kaçırmasına izin vermeyeceğim, havanın bile.

Anne ve babayla yapılan güzel bir kahvaltıdan sonra biraz sabah tembelliği yaptığıma, sosyal medyadaki görevlerimi yerine getirdiğime, yazımı yazdığıma, cici bir kız olup ev işlerinde anneme yardım ettiğime ve kedimin serumunu verip, öpüp kokladığıma göre evdeki işim bitmiş demektir. Sokaklar beni bekler.


Kulağımda en sevdiğim müzikler eşliğinde Ankara'nın en sevdiğim caddesi olan Tunalı Hilmi Caddesinde vitrinlere baka baka dolaşayım biraz. D&R 'ın içindeki Gloria Jeans kapanmamış olsaydı içmek isterdim günün ilk kahvesini. Kahvemi yudumlarken gelip geçen insanları seyretmeyi seviyordum orada, kahvelerini çok sevemesem de :) Kitabımı da okuyabiliyordum bir yandan keyifli keyifli. Neden kapattılar ki sanki, hayır madem kapattınız yerine bir şey koyun da rahat etsin içim. 

E madem oraya gidemiyorum o zaman kahvelerini daha çok sevdiğim Starbucks'tan alırım en sevdiğim kahvemi ve Kuğulu Park'a giderim ben de. Biraz güzelliklerine hayran olduğum kuğuları izlerim biraz da etraftaki insanları. İnsanları seyrederken yüz ifadelerine, hareketlerine bakıp akıllarından geçenleri tahmin etmeye çalışırım. Bunu yaparken çok da eğlenirim, eminim birileri de benim düşüncelerimi seslendiriyordur bir yerlerde... Hep de merak ederim acaba insanlar beni nasıl seslendiriyorlar diye. Dışarıdan bakınca soğuk, ukala ve asık yüzlü bir izlenim bıraktığımdan olsa gerek çok da eğlenceli şeyler söylemiyorlardır dış seslerim ;)

Biraz da D&R'da dolaşıp kitaplara bakmak da güzel olur sanki. Okuyamadığım bir sürü kitabım var ama olsun yenilerinin kimseye bir zararı olmaz. Eskiden kitap okumayı sevmeyen ben şimdi başucumda kitabım olmadan rahat edemiyorum, nereden nereye :) Beni bu günlere getiren ablama teşekkür etmeden geçersem çarpılırım vallahi :)

Ben bütün bunları yaparken illa ki bir kaç arkadaşım arar ne yapıyorsun diye. Baktım aramıyorlar ben ararım neler oluyor orada diye :) Kendini benim gibi dışarıya atmak isteyen biri de gelirse yanıma ballı lokma tatlısı olur, keyfim ikiye katlanır. Hava eksilerden kurtulduğuna göre Üstkat'ın balkonunda oturulabilir artık. Keyifli bir sohbet eşliğinde, güzel bir öğle yemeği yerken biramı da yudumlayabilirim. Sonra ablam işten çıkar gelir, cumartesi mahmurluğundan kurtulan diğer arkadaşlarım da katılır bize. Masa gittikçe kalabalıklaşır, sohbet güzelleşir, neşemiz çoğalır...

Günü böyle akşam ederim de akşamı nasıl sabah ederim işte onu bilemiyorum :) Gitmem gereken üç doğum günü ve bir tane ben var elimde. Ha bir de Jolly Joker'de Pinhani konseri var gitmek istediğim. Bir tane Fiat Punto alsam, fonda da Moves Like Jagger çalsa yetişebilir miyim her yere acaba?




9 Mart 2012 Cuma

Bugün böyle...

Sabah uyandım hava gene kapalı, gene kasvetli. Yerler geceden yağan yağmurdan ıslak. İnsanların yüzlerinde bir mutsuzluk, bir umutsuzluk hali var gene. Zaten sıkıcı ve zor olan hayatlar böyle havalarda iyice çekilmez oluyor galiba. Güneş yüzünü gösterdiğinde bir anda değişiyor insanların yüzleri, kendimden biliyorum. Kesinlikle daha mutlu biri oluyorum ben güneşli günlerde. Enerji topu oluyorum, elimde değil :) O yüzden parası neyse vermeye razıyım valla yaz gelsin diye.

İş yerine geldiğimde sabah kahvemi alıp gaz odasına geçtim. Bir elimde kahvem bir elimde canım sigaramla camdan bakmaya başladım. Aklımda çocukluğumdan kalma bir şarkı " Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor". Bu arada buradaki kız niye Arap kızı o da ayrı bir merak konusudur benim için. Bir ara her şeyi bilen yüce varlık Google'a sormak gerek bunu da ;) 

Öyle camdan bakıp, güneşli günlerin hayalini kurarken ve bugün hiçbir şey yapmak istemediğimi düşünürken, çok sevdiğim bir kız arkadaşım aradı. Sesi mutsuz, ağlamaklı. Birisi canını sıkmış fena halde, hem de doğum  gününde. Konuştuk uzun uzun. Bak yeni yaşında temizlendin, bir yükten daha kurtuldun dedim. Unutma sen çok değerlisin o yüzden boş ver, o da olmuyorsa s*kt*r et dedim.

Arada bir ne olacağını düşünmeden, elalem ne der diye düşünmeden yaşamak gerek, kafana estiği gibi, içinden geldiği gibi 

Arada bir etrafındaki herkesi unutup sadece kendin için yaşamak gerek

Arada bir yaptıklarına ya da sana yapılanlara anlam yüklemeden, olduğu gibi kabul etmek gerek

Arada bir her şeyi geride bırakıp gitmek gerek

Arada bir taş atıp camı kırmak gerek

Arada bir okul asar gibi işi asıp aylak aylak sokaklarda dolaşmak gerek

Arada bir gözlerini kapatıp hayallere dalmak gerek 

Arada bir kafa nereye, biz oraya diyip yola çıkmak gerek

Arada bir içip içip sarhoş olmak gerek

Arada bir sövmek gerek, önce gelmişine, geçmişine sonra da gidişine

Arada bir boş vermek gerek her şeyi, boş veremiyorsan s*kt*r et demek gerek 



8 Mart 2012 Perşembe

Günlere ihtiyacım yok benim...

Anneler Günü ve Babalar Günü olmasa unutacak mıyım onların varlığını? İyi ki varsınız demek için o günü beklemem gerekecek demek ki. O günler olmasa bilemeyecekler onları ne çok sevdiğimi, anneme çiçek, babama öpücük vermek için bir neden mi olması gerekiyor illa? Canım annecim, canım babacım seni sadece bugün bu kadar çok seviyorum ve sevgimi gösterebiliyorum, param yok hediye alamadım yarın olur belki ama yarın da seni günün değil, artık şansına küs...

Dünya Engelliler Günü olmasa onları görmezden mi geleceğiz yılın 364 günü? Bu dünya bizim, hiç kusura bakmayın, gününüzü bekleyin sizinle o zaman görüşürüz mü diyeceğiz? Engelsizler için hazırlanmış dünyada, engelli yaşamanın sıkıntılarını anlatmak için sadece tek bir günün var o yüzden bu güne iyi hazırlan arkadaşım, gün senin günün... Başka gün yok..

14 Şubat olmasa ben sevgilimi öpemeyecek miyim, hediye alamayacak mıyım? Sadece o gün mü hatırlıyorum bir sevgilimin olduğunu? Gittikçe ticarileştirilen bu günü kutlamak zorunda mıyım bütün dünyada kutlanıyor diye? Sevdiğimi söylemek için o günü mü beklemem gerek illa? O gün cebimde param yoksa ve ona hediye alamazsam onu sevmiyor, önemsemiyor mu olacağım yani? Canım sevgilim, seni bugün bir başka seviyorum çünkü bugün bizim günümüz. Eminim bana çok güzel bir hediye almışsındır ve akşam da şık bir restauranta yemeğe götüreceksindir. İyi ki varsın sevgilim...

Dünya Kadınlar Günü olmasa kadın olduğumun farkına varamayacak mıyım ben? Kimse kutlamadı diye kadından sayılmayacak mıyım şimdi? İyi ki kadınım demek için gün bugün müdür yani? Bu gün olmasa kadına şiddete devam mı yani? Seni bugün de döverdim ama hadi dua et bugün senin günün, yarın görüşeceğiz ama unuttum sanma...


Türlü türlü dayatmalar ve zorlamalardan dolayı sevmiyorum bu özel günleri ben. 

Hayatımdaki insanları sevmek için, 

İyi ki varsın demek için,

Onlara hediye almak için,

Yanımda kırık dökük kaldırımlarda tekerlekli sandalyesini yürütmeye çalışan amcaya yardım etmek için, 

Onlar için yapılmış asansörleri kullananları gördüğümde küfür etmek için,

Hayvanlara eziyet edenlere eziyet etmeyi düşünmek için,

Kadına yapılan her türlü şiddeti kınamak için,

Ve kadın olduğumu hatırlamak için, 

Özel günlere ihtiyacım yok benim...

Ben özel biri olduğumu biliyorum ve etrafımdaki her canlıyı seviyorum, her fırsatta onlara sevgimi gösteriyorum ve hepsinin yaşam hakkına saygı duyuyorum. 

O yüzden sadece bugün değil, her gün iyi ki varım...