30 Nisan 2012 Pazartesi

İyi olmak ağır gelir bazen...

İyi ve düşünceli bir insansan üzülmeye, hayal kırıklığını uğramaya mahkumsun gibi bir durum çıkıyor ortaya artık. İnsanların gittikçe bencilleşmesinden midir bilmem, artık birine iyilik yapmak ya da düşünceli olmak enteresan bir durummuş gibi algılanır oldu. Şaşırıyoruz artık iyi birini gördüğümüzde, birisi bizi bizden çok düşündüğünde.

Aslında herkes karşısındaki insandan iyi, düşünceli, paylaşımcı olmasını bekliyor ama iş yapmaya gelince nedense ortada adam kalmıyor. Çünkü sadece bekliyorlar, yapmak gibi bir düşünceleri hiç olmuyor. Hem vermeden almak isterler, hem de aldıklarında kaldıramazlar, ağır gelir bu iyi ve düşünceli haller. 

Çoğunlukla da ikili ilişkilerde sorun oluyor aslında bu haller. Ne ailen ne de dostların senin iyi ya da düşünceli hallerinden şikayet etmezler. Aksine memnun olurlar, onları düşünen, onlar için bir şeyler yapan biri hayatlarında olduğu için. Bu onlarda ne bir yük ne de bir sıkıntı oluşturur. Çünkü onlar da seni düşünürler ve senin için bir şeyler yaparlar. Ama gel gör ki söz konusu olan sevgili olunca durum hiç de böyle olmuyor. Eğer hayatına aldığın, sevgilim dediğin adam senden daha bencil, daha umursamaz biriyse ve duygularınız aynı yoğunlukta değilse, senin düşünceli ve iyi hallerin adamı zor duruma sokuyor. Adama hak ettiğinden, beklediğinden fazlasını verdiğinde rahatsız ediyorsun vicdanını. Senin yaptıklarını bir başkasına yapamayacağını, yapmayacağını biliyorsa adam batıyor senin yaptıkların ona, eziliyor altında. Senin için normal olan davranışların anlamı onun için daha büyük oluyor, taşıyamıyor. 

Sen onun hayatını kolaylaştırdığını, güzelleştirdiğini düşünürken aslında adama ne çok yük olduğunun farkına varmazsın. Hem hoşuna gider hayatında böyle birinin var olması hem de rahatsız eder ve ne yazık ki rahatsızlık ağır basar. Çünkü kendini ve yapacaklarını bilir. Bilir ki senin onun için yaptıklarını o sana asla yapmayacaktır. Yavaş yavaş uzaklaşmaya başlar senden ve sen "neden?" diye düşünürken, bir bakarsın ki adam çoktan gitmiş. Sonra duyarsın ki bir başkasıyla hem de çok mutlu. Üstelik senden daha sıradan, daha vasat bir tiple. 

Pek çoğumuzun "bu mudur yani?" dediğimiz durumlardır işte bunlar. Senin yere göğe sığdıramadığın, sevmelere doyamadığın o çok sevgili adam gider ve senin yanına dahi yakıştıramadığın biriyle çok mutlu olur. Ama şaşırmamak lazım böyle bir durumla karşılaşınca, çünkü zaten beklenen sonuç bu. Sen adama ederinden fazla değer verip, iyi davranırsan ve bunların altında ezilmesine neden olursan o da gider ve bunları yapmayacak birini bulur. Hem vicdanı rahat hem kafası rahat yaşar yeni ilişkisini mutlu mesut. Sen de düşünür durursun "ben nerede yanlış yaptım" diye, yanlış yapmadığını bile bile...


27 Nisan 2012 Cuma

Söylemesi bedava sözcükler var havada uçuşan...

Pazar akşamları evdeysem ve yapacak bir şeyim de yoksa annemle birlikte televizyonda o ne izlerse onu izlerim. Geçen pazar da yine öyle bir akşamdı ve televizyonda Survivor vardı. Biraz asap bozucu biraz da eğlenceli bir yarışma. Birbirlerini daha önce hiç tanımayan insanların ıssız ada hikayeleri...

Öyle bir yerdeysen ve senin gibi seçilerek gelmiş insanlarla yaşamak zorundaysan belirli şeyleri kabullenmek zorunda kalıyorsun, bu çok açık. Ama birbirlerini bir anda bu kadar sevme hallerini hiç anlayamıyorum. On gün zaman geçiriyorlar ve birbirlerini gözyaşlarıyla uğurluyorlar. "O benim adada en çok sevdiğim, en çok değer verdiğim insan, gitmesini hiç istemiyorum" diyor ama adını da yazıyor. Ne yaman bir çelişki...

Bu sadece televizyonda gördüğüm bir yarışma programıyla alakalı bir duygu değil elbette. Orada görünce hepimizin hayatta kalmak için büyük mücadeleler verdiğimiz gerçek survivor'ı düşündüm. Hayatın içinde de var bu tiplerden bolca. Nasılsa sevmesi de söylemesi de bedava. Ama kaç kişi gereklerini yerine getiriyor orası meçhul.

Herkeste bir sevgi kelebeği modu var artık. O kadar çok ki sevgileri herkese vermek istiyorlar bol bol. Tanışıyorsun aradan yarım saat geçiyor bir anda başlıyor "ay ben seni çok sevdim, mutlaka görüşelim" ler. Yahu daha tanışalı yarım saat oldu, ne çabuk sevdin beni, neyi mi sevdin de bir daha görüşmek istiyorsun? Tamam ben hakikaten iyi bir insanım, iyi bir arkadaşım, eğlenceli bir tipim, sohbetim de iyidir ama bu yetmez yarım saatte senin hayatında yer edinmeme. Şimdi ben sana inansam, tamam desem ne olacak? Olacak şey belli; sen beni aramayacaksın, ben de üzüleceğim.

İş yerlerinde de çoktur bu muhabbet. Birlikte çalıştığın her insanla samimi olman, aynı derecede sevmen, anlaşman mümkün değildir ya hani, ama işten ayrılma durumu söz konusu olduğunda sanırsın hepimiz birimiz, birimiz hepimiz. Havada uçuşur koca koca kelimeler, cümleler. Çalışırken bir merhabadan fazlası olmayan kişiler bir anda canın oluverirler. Bazıları işi iyice abartıp gözyaşı bile dökerler. Nasıl itici, nasıl sahte...

Eskiden söylerken iki kere düşündüğümüz sözler şimdilerde ağzımıza sakız oldu; seni seviyorum, benim için çok değerlisin, her zaman yanındayım...Düşünürdük, çünkü birine onu sevdiğini ve değerli olduğunu söylüyorsan gereklerini de yapmak gerektiğinin bilincinde olurduk. O yüzden de dağıtmazdık bol keseden sevgimizi, ilgimizi. Gerçekten yüreği yüreğimize değen insanlara verirdik sevgimizi de ilgimizi de. Bilirdik çünkü kuru kuruya seviyorum, değer veriyorum, özelsin demekle olmadığını bu işlerin. Söylüyorsan bu lafları göstereceksin, hissettireceksin sevdiğini, değer verdiğini. Sana gerçekten ihtiyacı olduğunda ya da sadece seni görmek istediğinde bahaneler bulmadan yanında olacaksın mesela. Değer veriyorsan arayıp soracaksın arada bir de olsa hatırını. Tesadüfen bir mekanda karşılaştığınızda "ne iyi oldu seni görmem, çok özlemişim. Biliyorsun değil mi benim için çok değerlisin" demeyeceksin sadece. Ne karşındakini beklenti içine sokacaksın ne de kendini o lafların altında ezeceksin. 

İşte bu yüzden artık kimse bana seni seviyorum, değer veriyorum demesin, karnım tok artık bu kuru laflara. Çünkü beni en çok bunu söyleyen insanlar üzdüler. Çünkü kalbimi en çok onlar kırdılar ve beni en çok onlar hayal kırıklığına uğrattılar...



25 Nisan 2012 Çarşamba

Fareli Köyün Yalancısı...

Şimdi kimse boşuna yalan söylemesin "ben yalan söylemem" diye. Hepimiz söylemişizdir ve söyleriz. Hiç kimseye söylemesek de kendimize söyleriz. Mutsuzken "mutluyum" deriz mesela ya da deli gibi seviyorken "sevmiyorum" deriz. Kaç kişi tanıyoruz "iyi misin?" sorusuna "kötüyüm" diye cevap veren? Kaç kişi var ki patronuna "buradaki şartlardan memnun değilim, verdiğin maaş yetmiyor o yüzden iş görüşmesine gidiyorum" diyebilen? Hepimiz söylüyoruz işte durum kurtarmak için de olsa. Hem zaten hiç söylememiş olsak, bu kadar kolay anlayamazdık sanırım bize yalan söylendiğini ;)

Bazı anlar gelir mecbur kalırsın yalan söylemeye. Durum kurtaran yalanlar deriz bunlara. Karşındakine çok zarar vermeyen, aksine bazı durumlarda iyi hissetmelerine sebep olan yalanlar. Zararsız olan pembe yalanlardan işte. Bu boyutta kalsalar sıkıntı yok zaten. Bu yalanları öğrendiğinde de çok kızmaz da kırılmaz da insan. Bilir aslında karşısındakinin amacının iyi bir şeylere vesile olmak olduğunu. Açıklaması da kolaydır zaten böyle yalanların, söylemesi gibi. 

Ama ne yazık ki bazı insanlar var ki bunu yaşam tarzına dönüştürmüşler. Yalanları doğruları olmuş, doğruları yalanları... Neredeyse adını sorsan yalan söyleyecekler. Eskiden yalan söyleyen insanların yüzü kızarırdı, gözünün içine bakamazdı, kelimeleri gevelerdi ağzının içinde ve öyle anlaşılırdı zaten yalan söyledikleri. Şimdilerde o kadar pişkin ki insanlar ne yalan söylerken kızarıyor yüzleri ne de yalanını yüzüne vurduğunda. Özür dileyeceği yerde seni suçluyorlar bir de hakiki zeytinyağı kıvamında, insan kendinden şüphe ediyor acaba günahını mı alıyorum diye. Hiç düşünmez bir yalanla ne dünyalar yıktığını. Alışkanlık olmuş onlar için yalan söylemek ve onlar yalan söylediğinde değil doğru söylediğinde şaşmak gerek. 

Bir de sürekli gerçekte var olmayan ama kendilerinin kurdukları yalan bir dünyada yaşayanlar var onlar daha vahim. Ne zaman arasan olmayan sevgilileri vardır yanlarında, gitmedikleri yerlerde gezerler, yerler, içerler.. Her zaman olduklarından daha yüksek mevkilerde çalışırlar, moda olan her aktiviteyi bilmekle kalmaz yaparlar. Her daim mutludurlar, hayatlarında kötü giden hiçbir şey yoktur. Hayat bir onlara güzeldir sanki. O kadar inanır ki söylediği yalanlara bu tipler, gerçekmiş gibi yaşarlar.  Bu tiplerin yalanları sadece kendilerine zarar verir ve bir önceki paragraftakilere göre daha kötü durumdadırlar. Çünkü bunun bir hastalık olduğunun farkında bile değildirler. Bu tarz yalanların altında yatan sebep, daha çok sevilme ve ilgi görme arzusudur. Bilse bu yalanlar olmadan da seviyor birileri onu belki söylemekten vazgeçer...

Dili-dini, kadını-erkeği, büyüğü-küçüğü yok yalanın da tıpkı sevgi gibi. Pembesi-siyahı da yok aslında. Bu da bizim vicdanımızı rahat ettirmek adına kendimize söylediğimiz yalanlardan biri sadece. Yalan yalandır işte, hiç boşuna kendimizi kandırmayalım abilerim ablalarım ;)

23 Nisan 2012 Pazartesi

Bugün 23 Nisan, hüzünleniyor insan...

Bugün 23 Nisan. Bugün büyüklerin tatili, çocukların bayramı. 

Çocukluğu çok gerilerde kalmış, hatta gençlikten uzaklaşmış ve 40'a merdiven dayamış biri olduğum için mi bilmiyorum ama nedense içimde bir burukluk oldu. Hüzünlendim sanki biraz. İçimde hiç büyümeyen ve pes etmeyen bir çocuk var biliyorum ama ben bugün çocuk olmayı istedim. Ama şimdiki zamanda değil, kendi çocukluğuma dönmek istedim. Çünkü o zamanlar;


Bu kadar yanmazdı canım birilerini sevdiğim için


Kimse birbirinin açığını yakalamak için pusuda beklemezdi


Sahip olduklarımızın kıymetini daha çok bilirdik 


Karşılıksızdı sevgiler, özlemler


Sevdiğimizin gözüne bakınca kızarırdı yüzümüz


Oyunları sadece sokakta oynardık ve oyunda bile birinin canını yakmaya korkardık


Hırs dediğimiz şey misketlerimiz azalınca devreye girerdi sadece


Tek televizyonumuz vardı bütün aileyi etrafında toplayan


Akşam olunca bütün aile aynı masanın etrafında toplanırdık, yemeğimizi sohbet ederek yerdik


Yediklerimiz daha doğal, daha taze ve daha katkısızdı


Bayramlar da mevsimler gibi daha coşkuluydu


Teknoloji bu kadar gelişmemişti ama daha çok bağlıydık birbirimize


Para insanları bu kadar esir etmemişti kendisine


Masumduk, bu kadar kirlenmemişti duygularımız


Ve o zaman gençti annemle babam


Ve o zaman 23 Nisan sadece çocukların bayramıydı, siyasi kaygılar olmadan, sevinçle ve coşkuyla, dünyanın her yanından gelmiş rengarenk çocuklarla birlikte kutlanan...


Hepimizin içindeki çocuğun bayramı kutlu olsun...






22 Nisan 2012 Pazar

Gece gece kim çaldı bu şarkıyı?

Zakkum'dan Ahtapotlar'ı dinliyorum ve gözümden akan yaşlara engel olamıyorum. Zaten çok sevdiğim bir şarkıyı, seninle daha çok sevmiştim. Birlikte de çok söyledik. Bu kadar çok sevdiğim ve hem dinlemekten hem söylemekten keyif aldığım bu şarkının, gün gelip de canımı bu kadar yakacağını hiç tahmin etmezdim. Bu adamın sesi hep hüzünlendirmiştir beni, bir de sen girince işin içine gözyaşları kaçınılmaz oldu... Belki de ilk defa gerçekten ağlıyorum senin için...

Bizi, yaşadığımızı anlatan daha iyi bir şarkı olamaz herhalde. Biz de tutunamadık seninle. Ben tutunmak istedikçe sen ya kaçtın ya da beni uzaklaştırdın kendinden. Yanımdayken, bana benden yakın, uzağımdayken bir yabancı olmayı nasıl başardın onca zaman ve ben buna nasıl dayandım hiç bilmiyorum. Ben seninleyken susarak yaşamayı öğrendim. Susarak sevdim, susarak özledim, susarak öfkelendim ve susarak ağladım... Sessiz çığlıklarım oldu senin hiç duymadığın, duysan da anlamayacağın... 

Bir sevgilin varmış şimdilerde, benden esirgediğin ellerini cömertçe verdiğin. İçim acıdı ilk duyduğumda. Sonra sevindim senin adına, duvarlarını yıktığın için, birine "sevgilim" diyebildiğin için. Demek ki yumuşamış bana geldiğinde katı olan yüreğin. Kıskanmıyorum sevgilini çünkü biliyorum seninle olmanın ne kadar keyifli olduğunu... Ve inan bana yürekten diliyorum mutlu olmanı. Sadece biraz acıyor kalbim, dudaklarından "sevgilim" sözcüğünün çıktığını düşündüğümde...

Kendime söylediğim en büyük yalanımdın sen benim, tutunamadığım... 




19 Nisan 2012 Perşembe

Beni Güzel Hatırla...

Çünkü;
Sevdim seni
Sevgili oldum sana, dost oldum
Yeri geldi omzumda ağladın
Yeri geldi birlikte ağladık
Kahkahalar attırdık birbirimize en olmadık zamanlarda
Sevinçlerimize de ortak olduk hüzünlerimiz gibi
En sevdiğimiz şarkıları birlikte söyledik yanlış da olsa
En güzel sözlerimi bir sana söyledim
En güzel giysilerimi bir senin için giydim
Soğuktan üşüyen ellerini öperek ısıttım
Uyurken üstünü örttüm üşüme diye
Sımsıkı sarıldım sana her defasında, kendini güvende hisset diye


Ama artık gitme zamanım geldi
Bir sevdaya dair ne varsa ardımda kaldılar şimdi
Yanıma sadece gülüşünü alıyorum giderken


Evinin her köşesine söyleyemediğim "merhaba"larımı bıraktım
Kokumu yastığına bıraktım, güzel düşler göresin diye
Güvercinleri tembihledim, her gün gelip sana göz kulak olsunlar diye


Mutsuz hissettiğin her an birlikte geçirdiğimiz en güzel zamanları düşün
Ve beni güzel hatırla...


18 Nisan 2012 Çarşamba

Sizin hiç...

Onsuzken hayatın hiç tadı olmadığını ve nefes alamadığınızı düşündüğünüz,

Yanındayken bile özlediğiniz, 

Canı yandığında kendinizi işe yaramaz ve çaresiz hissettiğiniz,

Gülüşünü aklınıza kazıdığınız,

Gözlerinizi gözlerinden alamadığınız,

Kokusunu içinize hapsettiğiniz,

Yanındayken uyanmamak için uyumadığınız,

Rüyada görmek için uykuya yattığınız,

Yürüdüğünüz yolların bitmesini istemediğiniz,


Günlerce yolunu gözlediğiniz,

Heyecandan ne söyleyeceğinizi unuttuğunuz,


Yanındayken zamanın nasıl geçtiğini anlamadığınız,

Sesini duyduğunuzda mutluluktan ağladığınız,

Gördüğünüz herkesi ona benzettiğiniz,

Onu düşünerek hayallere daldığınız,

Ve sizin olmayan bir sevdiğiniz oldu mu?

16 Nisan 2012 Pazartesi

Temel Reis kadar güçlü, Safinaz kadar zayıfım aslında...

Hayat herkese adil davranmıyor işte. Kimileri için çok kolayken hayat, kimileri için zor. Sen istemeden planlar yapar hayat, sana da uymak kalır. Bazen değiştirmeye uğraşırsın ama çoğunlukla o seni uydurur kendine. Hepimize çizilen roller var, sahne sırası bize geldiğinde çıkıp oynadığımız. Kimi zaman alnımızın akıyla bitirdiğimiz, kimi zaman elimize yüzümüze bulaştırdığımız rollerimiz...

Mesela bana, benim oynamaktan yorulduğum, onunsa değiştirmemekte ısrar ettiği "güçlü kadın" rolünü verdi hayat. Hayat sürekli zorlayacak bir yer bulur seni. O zorladıkça sen güçlenirsin, katılaşırsın. Farkına varmadan duvarlar inşa edersin, kendini korumak için. Dışarıdan bakanlar için yıkılması güç kale duvarların vardır. Oysa sen bilirsin, biri çıkıp üflese yıkılacak bütün o duvarlar, hiç olmamışlar gibi. Herkes girmeye cesaret edemez o duvarlardan içeri, sen de almazsın zaten herkesi. İstersin ki en az senin kadar yoğrulmuş olsun istersin hayat tarafından, çünkü o zaman anlayabilir seni. Yüreği olmalı bir de, o duvarlardan geçmek istiyorsa. Yüreksiz adam duvara tosladığında, ardına bile bakmadan kaçar çünkü içeridekileri merak bile etmeden. 

Sözde, erkekler güçlü kadın ister karşısında ama bulduklarında da ilk fırsatta kaçar giderler. Güçlü bir kadından sağlam bir dost olacağını bilirler de sevgili olunca iş değişir, işlerine gelmez. Güçlü bir kadını kazanması zor, kaybetmesi kolaydır. Güçlü kadın, gözden ilk çıkarılandır ve kandırılması zordur. Çünkü sen hayat tarafından çeşitli kereler, çeşitli sebeplerden yoğrulduysan ve yorulduysan bilirsin gerçekte ne istediğini ve ne olması gerektiğini. Çünkü senin korkuların azdır, "şimdi bunu dersem ne olur" diye fazla düşünmezsin. Çünkü sen naz, niyaz bilmezsin bir şeyi istiyorsan direkt söylersin ve yaparsın. Çünkü sen sevmesen de, istemesen de alışıksındır gitmelere. Bilirsin gittiğinde ölmediğini. Çünkü sen herkese değer vermezsin ama değer verdiğinden de esirgemezsin hiçbir şeyi. İyi olsun diye elinden geleni yaptığını düşünüyorsan ve vicdanın rahatsa, bittiğinde de rahatsındır. Çünkü sen tek başına var olmayı da bilirsin, sevdiğinle "bir" olmayı bildiğin gibi...

Eğer güçlü kadın yaptıysa hayat seni ve etrafındakiler de bunu böyle bildiyse hakkın yoktur pek çok şeye. "Sıkıldım, oynamayacağım artık" diyemezsin mesela. Yoktur böyle bir lüksün. Oynamak ve başarmak zorundasındır, hem de tek başına. Herkes söz birliği etmişcesine "sen neleri atlattın bu ne ki?" der. Cevap vermek istersin "evet, ben neleri atlattım ama artık yoruldum, sıkıldım, koyvermek istiyorum kendimi" diye ama veremezsin. Evde yalnızken hıçkıra hıçkıra ağlayabilirsin ama dışarıya çıkarken en güzel boyalarını sürmek zorundasın, acılarını saklamak için çünkü yakışmaz senin gibi güçlü bir kadına salya sümük ağlamak. Çünkü mızmızlanmaya hakkın yoktur. Onca sıkıntıyı atlattıysan bunu haydi haydi atlatırsın. 

"Hadi bakalım silkelen ve kendine gel!" 

"Unutma, sen güçlü bir kadınsın!" 


13 Nisan 2012 Cuma

"Dervişin fikri neyse, zikri de oymuş" meğer doğruymuş...

Hayatımda bir temizlik başladı baharın gelişiyle birlikte. Üstelik bu sefer ben istemeden, kendiliğinden. Bilenler bilir, ben fazla değer veririm hayatıma giren her insana. Bildikleri gibi söylerler de "senin en büyük hatan fazla değer vermek" diye. Birine değer vermek ne zamandan beri hata oldu sahi? Ben kaçırmışım orayı galiba. Herkesi hayatımıza almadığımıza göre, aldıklarımız değerli değil midir? 

Ben hem değer veririm hem de herkesi kendim gibi görürüm. Samimi bir tipim ben. Sevdiğim insanlara karşı cömertimdir, duygularım konusunda. Sevgi sözcüklerini de kullanırım bol bol, beden dilimi de. Seni seviyorum demekten, iyi ki varsın demekten ve sarılmaktan çekinmem. Birini seviyorsam sadece söylemem, hissettiririm de. 

Gerçekten tanıyanlarda bir sorun olmaz da, eğer tanıyamamışsa karşımdaki beni ve farklı çalışıyorsa kafası, benim gösterdiğim samimiyet yanlış anlaşılır. Her gördüğü sakallıyı dedesi sanar misali, yanaşır yavaş yavaş. Cin gibi olmama rağmen, salaklığım tutar böyle zamanlarda. Bazen hiç anlamam, bazen de anlarım karşımdakinin niyetini ama salağa yatarım, sanki öyle bir durum yokmuş gibi devam ederim görüşmeye, konuşmaya. Niye? Çünkü iyi bir adamdır o benim için. Çünkü değerlidir. Çünkü "yok canım daha neler"!!!

İsterim ki kendi anlasın, "bu kız sadece bana değil, sevdiği herkese böyle" desin. Ben susup, anlamazlığa geldikçe ve her zamanki gibi davrandıkça, kimi anlar vazgeçer. Kimiyse susmamı, samimiyetimi "yüz verme" ya da "karşılık verme" olarak algılar ve istediği gibi görmeye devam eder.

Anlamamakta ısrar eden, aklı iki bacağının arasından ibaret adamları anlamakta gerçekten çok zorlanıyorum. Sen onu insan yerine koyarsın, o seni obje. Sanıyor ki, dünya bunun üzerine kurulu ve yine sanıyor ki ona her canım diyen, onun gibi düşünüyor. Her kuşun eti yenmez abicim, önce bunu bileceksin. Ben sana "canım" dediysem onun altında başka bir anlam aramayacaksın, o gerçek anlamıyla "canım" demektir sadece. Şunu da hiç unutmayacaksın; bir kadın bir adamla birlikte oluyorsa o adamı kadın seçmiştir ve bu demek değildir ki kadın, o adamla oldu diye her önüne gelenle birlikte olacak. 

Ben bir kadınım ve her gün bu memlekette kadın olmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha anlıyorum. Benim aklım da yüreğim gibidir. Dalga dümen bilmem. Neyse odur bende. Satır araları yoktur benim cümlelerimde, her şey açıktır. Kin tutmayı bilmem ama tersim pek iyi değildir, bunu da iyi bilir beni tanıyanlar. O yüzden herkes haddini de bilecek, yerini de!!!

11 Nisan 2012 Çarşamba

Maskesiz Balo...

Hepimizin maskeleri var işte belirli zamanlarda yüzümüze takmak zorunda olduğumuz. Hayal kırıklıklarımızı, acılarımızı mutsuzluklarımızı ve  hayal kırıklıklarımızı gizlemeye yardımcı, durum kurtarıcı çeşit çeşit maskeler... 

İş yerinde hepimiz "mutlu" maskemizi takarız. Birlikte iş yaptığımız insanların mutsuzluğumuza tanıklık etmelerini istemeyiz. Mesai arkadaşlarımızın özelimize girmelerine gerek de yoktur zaten. Seviyor gibi görünseler de hep bir açık peşindedir iş arkadaşların. Sürekli gözü açık, dikkatli, iyi ve pozitif olmak zorunda olduğumuz, etrafa baktığımızda maskeli baloda olduğumuzu hissettiren bir oyun alanıdır iş yerleri..

Gün gelir ailenin yanında bile takarsın maskelerini. Bilirsin acılarından dolayı yargılamayacaklarını ama üzülmene dayanamazlar. Ben zaten üzgünüm bari onlar üzülmesinler, bilmesinler canımın ne kadar yandığını dersin ve takarsın maskelerin en mutlusunu, en huzurlusunu ta ki yatağa girene kadar. Başını yastığa koyduğun vakit "sen" olabilirsin, tüm acılarınla ve mutsuzluğunla...

Sevgilim, o benim her şeyim dediğin insanın yanında bile hazırda bekler maskelerin. Belki de en çok maskeyi sevgilimizin yanında takarız farkında bile olmadan. Kıskançlıktan kudurursun "umursamaz" maskeni takarsın, havaya girmesin diye, ürkütmeyeyim diye. Söylediği bir laf incitir seni, canını yakar "neşeli" maskeni takarsın canının yandığı belli olmasın diye. Yanındayken gözlerinin uzaklara daldığını fark edersin, takarsın "şirinlik" maskeni, başlarsın türlü şaklabanlıklar yapmaya gözleri yeniden değsin gözlerine diye...

Arkadaşlarının yanında da takarsın maskelerini, herkese anlatmak zor geldiğinden derdini. Anlatıp sıkmak istemezsin, anlaşılmayacağını bildiğinden susmak daha doğru gelir. Üzerinde hafif bir tebessüm olan "iyiyim ben" maskenle gezinirsin aralarında, ilişmesinler sana diye...

Herkesin yanında takılır da bu maskeler bir tek dostun yanında takılmaz. Herkes inanır maskelere de bir dostun inanmaz. Sen iyiyim desen de, o bilir iyi olmadığını. Gözüne bakması, sesini duyması yeter, bir şey söylemen bile gerekmez çoğu zaman. Göz göze gelmeniz yeter, içine akıttığın yaşların gözlerinden süzülmesine. Bir ona garip gelmez davranışların, sözlerin. Bilir, neyi neden yaptığını da söylediğini de. Susmak istiyorsan, susar seninle saatlerce. Sen düştüğünde seni yerden kaldırmak için her yolu dener, kalkmamakta ısrar ettiğinde de "burada ne işim var" demeden seninle oturur günlerce. 

Dost; hayatına anlam katan, hayatını kolaylaştıran ve güzelleştiren, hesap kitap yapmadan seni seven, yanında olandır. İçinin dışa yansımasıdır, senin aynandır. Seçme şansı bizlere verilen kardeştir dost. Ve dost, bulduğunda asla kaybetmemen gerekendir...

Hayatıma değer katan tüm dostlarıma...

9 Nisan 2012 Pazartesi

Medeni Hali:Çok Eşli

Yalnız insanlar cumhuriyetinde yaşar olduk artık. Herkes yalnız. Kimi kendi tercih ediyor yalnız kalmayı, kimi mecburiyetten yalnız. Kimi de görünürde yalnız…

Yalnız kadınlarım da çok, erkeklerim de. Konuşuruz zaman zaman "neden böyle oluyor, ne istiyoruz da neden olmuyor" diye. Bir kere kimse bir daha o kadar büyük acılar çekmek istemiyor, bu konuda iki taraf da hem fikir. Diğer ortak düşünce de mutlu olmak arzusu. Artık hayatın kendisi o kadar zor ki ve o kadar çok sıkıntısı var ki kimse ekstra sıkıntı istemiyor. Herkes mutlu olmak için uğraşıyor, hayatta kalmaya çalışırken. Artık öyle bir hale geldik ki, bırakın sevgiliyi insanlar arkadaşlarına tahammül edemiyor eskisi gibi. Sürekli mutsuz ve şikayetçi bir arkadaşı bile istemiyoruz artık, enerjimizi almasın diye. 

Güvensizlik gibi bir sorunumuz var bir de. Bunun nedeni aldatmak, aldatılmak değil sadece. İnsan o kadar yoruluyor ki hayal kırıklıklarından, artık gelen gitmesin istiyor, yalansız olsun istiyor.

Bağlanamamak da ayrı bir sorun. Hem yalnız kalmak istemiyoruz, hem de bağlanmaktan korkuyoruz. 

Hesap vermek de cabası. Hepimiz “kocaman insanlar olduk, neyin hesabını kime vereceğim” diyoruz.

Böyle sebepler oldukça ve her gün yenileri eklendikçe, ilişkiler de değişiyor insanlar da. Artık çoğunluk günü kurtarma derdinde. Başım ağrımadan nasıl yaşarımın peşinde. Tek kişiyle olup üzüleceğime, çok kişiyle olur keyfime bakarım diyor artık pek çok insan. Eskiden evli insanların ikinci bir ilişkileri olurken ve bu ayıp karşılanırken, şimdi bekar insanların da ikinci hatta üçüncü ilişkileri oluyor. Üstelik kadını erkeği fark etmiyor. Ve artık ayıplanmıyor böyle yaşamak. Çoğunluk böyle yaşadığından doğal sayılıyor, hatta olmaz dendiğinde ayıplanıyor “olmaz” diyen.

Tek eşlilik unutulan bir kavram olma yolunda ilerliyor hızla. Tek eşlilik out, çok eşlilik in! Tek eşli olmak mutlu etmiyor artık insanları, üzüyor. O kadar tahammülsüzleştik ki, sevdiğimiz tarafından üzülmeye bile dayanamıyoruz artık. Dahası sevmeye tahammül edemez olduk.

Hal böyle olunca da iki seçenek çıkıyor ortaya; ya bıkmadan, usanmadan uğraşacaksın, yeniden sevmeyi deneyeceksin ya da ortama ayak uydurup sevmediğin/sevilmediğin bedenlerin misafirlerinden biri olacaksın…

8 Nisan 2012 Pazar

Açıldık, bekleriz...

Dün gece bir mekanın açılışına gittim bir kız arkadaşımla. Aslında hiç sevmem öyle ortamları, sahte gelir. Herkesin gözü etraftadır, kim gelmiş, kiminle gelmiş, ne giymiş diye. Ciğerini bildiğin insanları bir de öyle yerlerde görmek gerek daha iyi tanımak için, bildiğin ciğerin, ciğer olmadığını anlamak için :)

Alt tarafı bir otelin içindeki club açılışıydı ama gelen ablalar görülmeye değerdi valla. Anam o ne süs, o ne kıyafet. Ablamın biri elbise giymiş ama aslında elbise yok, bir parça kumaş almış örtmüş bir yerlerini işte. Altında da üstünde duramadığı bir topuklu ayakkabı. Yüzünde bir odayı boyamaya yetecek kadar boya. Yanında kendi gibi bir abla daha, dolanıp durdular o bistro senin bu koltuk benim. Baktılar bir bakan, ilgilenen yok bindiler son model arabalarına gittiler. Yaw canım ablam, sana bakan adam o haldeyken neye bakar, neyine bakar? Üstünde olmayan elbisene mi, elbisenin altından fışkıran etlerine mi yoksa yüreğine, gözlerine mi? Oradan bulduğun adamdan sen bekleyeceksin, o senden ne bekleyecek? Hoş, belki sizin istediğiniz de budur ama ben anlayamıyorum işte. Bana ters.

Bir başka masada sevdiğim bir erkek arkadaşımı gördüm. Piyasadır kendisi. Sever gezmeyi, piyasa yerlerde görünmeyi. Parası da vardır. Piyasadır ama piyasa çakallarından değildir. Pek çok annenin "efendi çocuk" diye tabir edeceği tiplerdendir. Ama onda da özgüven eksikliği var işte. Kendi olduğu için değil, cüzdanı kabarık olduğu için yanında dolaşıyor insanlar. Yanındaki kadınların hepsi de aynı tornadan çıkmış gibi. Yaşlarının benden büyük olduğunu hiç sanmıyorum ama yan yana koysalar teyzem gibi dururlar. Bir kadın kendine neden işkence eder ki güzelleşeceğim diye? Gencecik yaşta ne gerek var o botokslara, estetik ameliyatlara? Güzel olayım derken ne kadar çirkinleştiklerinin farkında bile değiller, yazık. Bir de bu sarışın olma isteğini anlayamıyorum galiba ben. Yakışan yakışmayan herkes sarıya boyatıyor saçlarını. Hayır madem boyatıyorsun o zaman bak saçlarına, dipleri bir karış siyah halde dolaşma. 

Başka bir yerde bir grup insan. Hepsi çift. Belli ki çoğu karı-koca. Nereden mi belli evli oldukları? Çünkü haremlik selamlık oturmuşlardı. Kadınlar koltukların dibinde, duvara yakın. Erkekler dış tarafta, ortama yakın. Sırtlarını kadınlarına dönmüşler, diğer kadınlara bakma çabasındalardı. Sorsan "eşimle geldim kardeşim" der. Yalan da değil gerçi eşiyle gelmiş, ama amacı onunla eğlenmek değil. Getirmiş işte, sus payını vermiş. Biraz göz çapkınlığının kimseye bir zararı olmaz hem değil mi?

Bir de sırf sap gelmeyeyim diye koluna cici kızları takmış snob abiler vardı. Yan yana duran ama gözleri birbirlerinden çok uzakta olan çiftler. Birlikte geldik ama herkes özgür, maksat ortamda sap görünmeyelim, dost var düşman var. Bir başkasını bulan gidebilir durumu hakim. Gözlerdeki arayış görülmeye değer...

Arada gerçekten eğlenmeye gelmiş tipler de yok değildi. Onları fark etmek de hiç zor değildi. Grup olarak gelmiş genç kızlar ve erkekler. Altlarında kotları, kızlar üstlerine birer sade ama şık bluz giymişler, erkekler birer gömlek. Kendilerini müziğe bırakmış, eğleniyorlardı. Amaç sadece eğlenmek olunca nerede olursan, nasıl olursan ol eğlenirsin. Ama amaç etraf kesmek, birini düşürmek, gelen tanıdıklara "ben de buradayım" havasını atmak olunca eğlenmeyi unutuyor insanlar. 

Bu mekanları açan adamlar çok zekiler, millete davetiye yolluyorlar siz seçkinsiniz imajı verip havaya sokuyorlar, kıçı kırık iki bistro hazırlıyorlar, üstlerinde post-it le isimleri yazılmış sözde rezerve masalara afilli meyve tabakları koyup iyice havaya sokuyorlar milleti sonra da  içilen her içkinin parasını misliyle alıp giderken de sahte bir gülümsemeyle "umarız eğlenmişsinizdir efendim, her zaman bekleriz" diyerek uğurluyorlar. Ama insan böyle bir yerde üç kuruşuk içkiye dünyanın parasını verince hakikaten özel hissediyor kendini, mesela ben çok özel hissettim kendimi üç 50'lik bira parasıyla bir 33'lük bira içince ;)

Bu memlekette açılışlarda kimi üstünü başını açıyor, kimi gözünü, kimi de cebini...

6 Nisan 2012 Cuma

Bu yazı da kendime...

Her gidenin arkasından bu kadar üzülmek normal değil. Hele bir de onca tecrübeye, darbeye rağmen. Bir yerde bir hata var ama nerede? Gitmelere, bitmelere alışık olmama rağmen hala bu kadar üzülüyorsam ya iflah olmaz bir salak olmalıyım ya da alıştım diye kendimi kandırıyorum.

Garip bir dönemden geçtim, gidenler ve gelenlerle dolu. Gelişlerine sevindim, gidişlerine üzüldüm. Ama bu üzüntünün sebebi yalnız kalmak ya da alışkanlıklar değildi biliyordum. Çünkü alışmaya zamanım olmadan gitti kimi. Alışık olmadığım bir dengesizlik yerleşti sonra bünyeye :) Kızdıklarımı özledim, özlediklerime kızdım. 

Tamam dengesiz bir haldeyim ama bunun bir nedeni olmalı, bir türlü anlayamadığım. Sonra düşünmeye başladım, asıl sorun ne diye. Yaşadıklarımı ve davranışlarımı düşündüm, uzun uzun konuşmalarım ve susmalarım oldu. Ama sonunda buldum sorunun cevabını. Cevap şu ki; benim gidememek gibi bir sorunum var. 

Bazen şartlar uymuyor, bazen de beklentiler ve bitiyor ilişki. İlişki bitiyor bitmesine, orada bir sıkıntı yok. Bitti deniyorsa bitmiştir. Ama ben insanlardan gidemiyorum. Kızsam da, kırılsam da, üzülsem de gidemiyorum kolay kolay. Çünkü sevgim ve inancım ağır basıyor, kolay vazgeçemiyorum. 

Elbette bunu herkese yapmıyorum, kimisi var ki varlığı da yokluğu da bir. Onlar olmasa da olurlar. Ama yüreğime girmeyi başarmış, keyif aldığım, bir şeyler paylaşabildiğim insanların gitmesini istemiyorum. Onlar hayatımdan çıktıkları zaman üzülüyorum, özlüyorum işte. İstiyorum ki; sevdiğim, kıymet verdiğim herkes yanımda, yamacımda olsun. 

Yıllar önce bana bu şekilde davranıldığında anlayamıyordum. "E ilişki bitti işte, daha ne arayıp soruyor ki" diye düşünürdüm. Meğer böyle bir şeymiş işte. İnsan gerçekten kıymet veriyorsa, o insanın varlığı çok şey ifade ediyorsa, yokluğu zor geliyorsa kaybetmek istemiyormuş. İnsan karşısındakinin "iyi insan" olduğunu düşündüğünde "gidemiyormuş"...


4 Nisan 2012 Çarşamba

Giden mi terk eder yoksa kalarak giden mi?

Gitmeyi istiyorsa bir insan, duvar örsen önünde durduramazsın. İnanmıştır gitmesi gerektiğine. Sebepleri de hazırdır, bahaneleri de. Kimisi için bir sebep bile yoktur. Sadece gitmesi gerekir, bitmiştir. Bilirsin direnmenin boş olduğunu, çünkü gitmişsindir sen de onlar gibi olmayacağına inandığında. Bilirsin aklı çoktan senden gitmiş birinin, bedeninin yanında durmasının bir anlamı olmadığını. O kaçtığın mesafe araya girmiştir bir kere, ne yapsan nafile...

Çoğu zaman ardına bakmaz gidenler. Bilmek istemezler geride ne bıraktıklarını, yeni yollarına gölge düşmesin diye. Söylenmiş, verilmiş bütün sözler unutuluverir bir anda, sanki hiç edilmemişler gibi. Sanki hiç yaşanmamış gibi...

Sırtından dünyayı indirmişcesine rahatlar her giden. Görmediği arkadaşlarını, gitmediği mekanları ziyaret eder sırayla. Her ziyarette sana öfkelenir, sanki sen koparmışsın gibi onlardan. Kaybettiği neşesi geri gelir, sanki yeniden hayat bulur senden gittikten sonra...

Giden hayata dönerken, kalan hayata küser bir dönem.

O hayat bulurken sen kan kaybetmeye başlarsın. Kaçarsın mekanlardan ve insanlardan. Ruhuna en iyi gelen şey, yalnız kalıp onu özlemektir. O kahkahalar atarken, sen gözyaşlarını içine akıtmayı öğrenirsin. O keyiften içerken, sen kederden içersin. Elin telefona gider de arayamazsın "ya açmazsa" diye. Uyurken bile kulağın telefondadır "ya çalarsa" diye. Onun aklına bile gelmezken, sen gittiğin her yerde, dinlediğin her şarkıda onu özlersin. Bütün dost sohbetlerinde onu ne kadar özlediğini anlatırsın, hayatında başka hiçbir şey yokmuş gibi. Sanki tek derdin oymuş gibi. İçinde umutlarıyla, umutsuzca yaşar kalan yaşanmışlıkları ve özlemleri çoksa... 

Kalan, aslında gitme dememekle terk ettiği sevdasını içindeki tüm umutlar tükenene kadar yaşatır. Umutları sürdüğü sürece vazgeçmez sevdasından. Bazen umutlar tükense de terk etmez sevdasını... 


Sonra yavaş yavaş hayata döner, kaçtığı kalabalıkların arasına karışır ve izin verir yeniden sevilmeye, sevmeye ve işte asıl o zaman biter ilişki...

2 Nisan 2012 Pazartesi

Öznesi Rakı, Yüklemi Sevdalanmak...

Zordur rakı içmek, adabını bilmek gerekir. Sırf bünyeye alkol göndermek için, sarhoş olmak için içilmez rakı. Keyifli ve uzun sohbetlerin, derin mevzuların içkisidir rakı. Hadi içelim de kalkalım diyemezsin, yakışmaz rakı sofrasına. Sabırlı olmayı bileceksin oturduysan rakı sofrasına. Konuşmayı da dinlemeyi de bileceksin rakı sofrasında. Rakıyı ne mezesi olmadan ne de tek başına içemezsin. Tek başına içmediğin gibi herkesle de içmezsin. Rakı içmenin adabını bilen biri olmalı mutlaka yanında, olanların-olmayanların şerefine kadeh tokuşturacağın ve en azından kavunun, beyaz peynirin olmalı rakıya meze yapacağın. 

Sohbet ilerledikçe açılır insanlar, daha samimi olurlar. Kimi daha güçlü kimi daha zayıf olur, peşi sıra devrilir kadehler. Anlamazsın saatlerin nasıl geçtiğini. Rakı sohbete, sohbet rakıya arkadaşlık eder. Kimi zaman kahkahalar sarar etrafı, kimi zaman gözyaşlarının sessizliği. Sarhoşluğu da zordur, tıpkı içmesi gibi. Masadan kalkana kadar ne kadar sarhoş olduğunu, başının ne kadar ağrıyacağını fark etmezsin. Ertesi sabah başında o ağrıyla uyandığında "bir daha bu kadar içmem, tövbe", "bir süre içmem ben" desen de içersin, hem de sen istersin o sofraya yeniden oturmayı. Çünkü bilirsin tadını rakının, tüm baş ağrılarına ve mide bulantılarına rağmen...

Böyledir işte benim sevdalarım da. Keyfi ve mezesi bol, hazırlaması da sohbeti gibi saatler süren, kimi zaman kahkahalar attığım, kimi zaman ağlamaktan katıldığım, sarhoş olduktan sonra "bir daha içmem tövbe" dediğim ama bir kez daha oturmak için fırsat kolladığım, fırsat yarattığım rakı sofraları gibi...

Kısa ilişkilerin kadını olmadım, olamadım hiç. Uzundur benim sevmelerim, sevilmelerim. Doğrusunun bu olduğunu bildim hep. Çünkü sevgi hiçbir zaman hızlıca yenilip, hazmedilecek bir meze olmadı benim için. Her yudumundan ayrı bir tat aldığım rakı gibi, her dokunuşunda da ayrı bir tat vardır sevdanın.  Rakının sohbetle arkadaşlığı gibi, tanıdıkça daha çok seversin birbirini ve sevdikçe çoğalırsın.

Bu yüzden alışamıyorum bir türlü fast food tarzındaki ilişkilere, "yedik bitti, haydi dağılalım" cümlesindeki gizli öznelere. Öznesi de yüklemi gibi belli olmalı benim sevdalarımın. Gizlisi, saklısı olmamalı. Sırf doymak için, sırf sarhoş olmak için oturmamalıyım sofraya. Sindire sindire yemeliyim ve yavaş yavaş karışmalı alkol kanıma. Başımdaki ağrıya rağmen, tadı damağımda kalmalı...