26 Aralık 2012 Çarşamba

Umudum yeni yılda...

İkibinli yılları sevemedim gitti hele ki çift sayılı olanları hiç sevmiyorum. "Hayatımdaki bütün önemli kayıplar, değişimler hep mi bu yıllara denk gelir kardeşim" demeyin geliyormuş vallahi. Geriye dönüp ikibinli yıllara şöyle bir bakınca kazançlarımdan çok kayıplarım, vedalarım geliyor aklıma. Hayatımdaki en saçma günler, en zor zamanlar hep çift rakamlı yıllara denk geldi. En büyük kayıplarımı hep bu yıllarda verdim ben. Ama en çok da ikibiniki ve ikibinoniki zorladı beni... İşte tam da bu yüzden artık bitmesini istiyorum (kayıplarımın) bu yılın. Bitsin gitsin artık sümüksü ikibinoniki.

İkibinonüç yılından çok umutluyum belki de ondandır bu sabırsızlığım. Bunca sıkıntının ve zor günlerin bir sonu olmalı ve bu da ikibinonüçde başlamalı diye düşünüyorum artık. 

İçimde garip ve manasız bir heyecan oluyor nedense ikibinonüçü düşündüğümde. Belki de "her şey güzel olacak" masalına inanmak istiyorum artık. Masalda kalmasın, gerçeğe dönüşsün istiyorum bu söz artık. 

Herkes için güzel şeyler olsun istiyorum...

Saçma sapan savaşlar yüzünden, açlık yüzünden kimse ölmesin ve anneler ağlamasın istiyorum

Sokak hayvanlarıyla kimseler uğraşmasın istiyorum

İnsanlar birbirlerine yalan söylemesin, yalanlar yüzünden hayaller yıkılmasın istiyorum

Herkes istediği ve sevdiği bir işte çalışsın ve karşılığını alsın istiyorum

Sevdalı yürekler acı çekmesin istiyorum

Kimse yalnız ölmesin istiyorum

Her babanın çocuğuna istediği şeyi alabilecek gücü olsun istiyorum

Sevdiklerimiz hep yanımızda olsun istiyorum

Yüreği de sözleri kadar sağlam insanlar istiyorum hayatımda

Yastığa başımı koyduğumda sıkıntılarım yüzünden değil mutluluktan, heyecandan uyuyamamak istiyorum

Bir de aşık olmak istiyorum... Kimyam değişsin, karnıma sebepsiz yere sancılar girsin, yüzümde manasız tebessümler oluşsun, telefonda onun adını görünce elim ayağıma dolansın, heyecandan sesim titresin istiyorum...

Umudum da çok isteklerim de. O yüzden elini çabuk tut ikibinonüç. Gel ve beni mutlu et...

"Tanrı her kişinin umut gününde
Önce yürekten ne istediğini dinlemiş ve hediyesini öyle vermiş.
Sizin umut gününüz de neden bu gün olmasın..."

Umut varsa hayat vardır ve sen de umutların kadar varsın!..

22 Aralık 2012 Cumartesi

Ah bu şarkıların gözü kör olsun...

Artık kimse masum değil...

Artık kimse eskisi kadar cesur değil...

Artık herkes hesaplar yaparak yaklaşıyor birbirine...

Artık bütün ilişkiler alışverişten ibaret...

Artık herkesin maskeleri var...

Artık herkes kırıyor, yıkıyor...

Artık herkes güvensiz...

Artık herkes sevmekten korkuyor...

Artık herkes yalnız...

Artık herkes mutsuz...

Oysa ne de güzeldir sevmek...

Birinin gözlerinde kendini görmek, mutluluğu görmek...

El ele tutuşmanın verdiği güç...

Güzeldir "sevgili" olmak...

Güzeldir sevdiğinin "can"ı olmak...

Korkmamak gerek, sahip çıkmak gerek sevdiğine...

Yaşamak gerek...

Yaşamak ve mutlu olmak varken ne gerek var korkmaya, ne gerek var yaşanamayanlara üzülmeye, kahretmeye...

"Zaman nasıl akıp gidiyor
İnsanlar maskelerini ne çok seviyor
Yıllarca bir yalanla bir ömür geçiyor da
Hiç kimse yok bir tek günü sonuna kadar yaşamaya
Mecbursun yalnızlığa
Oysa sevgili, bir tek sevgili
Nasıl değiştirir dünyanın gerçeğini
İçimdeki fırtına ele geçirdi beni
Bir gün baktım hiç korkmadan aynaya
Orda yeniden gördüm kendimi
İşte sevgili, bir tek sevgili
Nasıl değiştirir dünyanın gerçeğini
Şimdi asla pişman değilim
Yaşadığım herşeyin bedelini ödedim
Nasıl olsa bir gün gelir duygular bulur yerini
Hem cehennem, hemde cennet yeryüzünün mevsimleri
O kadar şey değişti ki
Artık kimse masum değil
Duygular çok eskidi
O zamanlar biz ne güzel çocuklardık
Dünyaya aydınlık gözlerle bakardık
Ve işte o zaman kırdığın bu kalp
Şimdi kırıyor başka kalpleri
Aşkta kazanmak dedikleri kaybetmektir bir çok şeyi"

Sen çok yaşa Murathan Mungan...

14 Aralık 2012 Cuma

Ben de MİM'lendim...

Her sabah yaptığım gibi bu sabah da ofise gelir gelmez blogumu açtım kimler gelmiş ziyaret etmiş, yorumlarını bırakmışlar mı bakayım diye. Tek bir yorum vardı o da MİM'lendiğime dair :) Beni bulduğu günden beri, beni hiç yalnız bırakmayan tatlı mı tatlı cicileydi'm tarafından sessiz sedasız, bir güzel  MİM'lenmişim de haberim yokmuş :) 

Önce MİM ne demekmiş ona baktım tabii. Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp derler ya hani, ben de öğreneyim dedim.  Bir blog yazarı yazdığı konu hakkında diğer blog yazarı arkadaşlarını bu yolla yazmaya teşvik ediyormuş. Yani MİM, blog yazarları arasında paslaşma demekmiş özet olarak. 

Madem MİM'lendim o halde yazayım ;)

MİM 1
Mantığın mı yoksa duyguların mı ön plandadır?

Eskiden olsa bu soruya direkt duygularım cevabını verirdim ama artık öğreniyorum mantığımı kullanmayı. Söz konusu durum özel hayatımla ilgiliyse duygularım mantığımdan öndedir çoğu zaman. Değer verdiğim, önemsediğim insanlara karşı kredilerim fazladır benim. Mantığımın devreye girmesi için sabrımın ve sevgimin kullanılmaya başladığını hissetmem gerekir. Ama iş hayatımda artık duygularıma hiç yer yok. Hayat zaten acımasız ama iş hayatı ondan da acımasız. Bu düzende var olmak ve tutunmak istiyorsan duygularını devre dışı bırakman gerektiğini öğrettiler bana. 

MİM 2
Sence insanlar neden mutlu değiller?
Neden gözlerinin önündeki mutlulukları görmeyip şükretmesini bilmiyorlar?

Bu zor bir soru aslında. Çünkü mutsuzluk da mutluluk gibi göreceli bir kavram. Ama hepimizin en büyük ve ortak mutsuzluk nedeni sanırım "tüketim toplumu" olmamız. Alternatifler çoğaldıkça elimizdekinin kıymetini bilmez olduk belki de. Sahip olduklarına şükretmek için önce onları fark etmek gerekiyor sanırım ;)

MİM 3
Çok fazla para harcayıp keşke almasaydım diye hayıflandığın oldu mu?

Olmaz mı hiç. Hatta bununla ilgili bir yazı da yazmıştım yakın zamanda. Belki de en büyük pişmanlığımdır yok yere savurduğum alınterim... 

MİM 4
Haklı olduğun bir konuda hakkını savunur musun yoksa susmak adalet midir senin için?

Haklı olduğum konularda susan biri olmadım, olamadım hiç. Adalet; hakkın yerine getirilmesi ve gözetilmesi demekse eğer haklı olduğun bir konuda susmak adalet midir diye sormak gerek belki de ;)

MİM 5
Tok gözlü müsün yoksa her şeyim olsun diyenlerden misin?

Aç gözlü olduğum tek konu; sevgi. Sevmeyi ve sevilmeyi sevdiğimi her fırsatta söylerim tıpkı her fırsatta sevdiklerime "seni seviyorum" dediğim gibi. Hayat ve onun sunduklarıyla ilgili açgözlü olmadım hiç. "Her şeyim olsun"dan ziyade "az olsun ama öz olsun" diyenlerdenim ;)

Cevaplarımı verdim şimdi sıra MİM'lemeye geldi. Haydi bakalım uzundur sesi soluğu çıkmayan, duygu adamı şimdi sıra sende ;)

13 Aralık 2012 Perşembe

Yüreğimden vur(ul)du(m)...

Bazı aşklar, her giydiğinde ayağını vuran ayakkabılar gibidir...

Aklına her geldiğinde yüreğinden vurur, canını yakar... Ne yaparsan yap geçmez sancısı, sızısı...

Kendi gider de izi kalır yüreğinde. Yıllar geçse de unutulmaz bazı aşklar hep özel kalırlar, hep güzel hatırlanırlar...

Sonrasında yeniden sevebilir insan, yeniden açabilir yüreğini bir başkasına ama bilir ki o hep olacak, o hep en güzeli olarak kalacak. Çünkü bilir ki bir daha kimse onun gibi dokunamayacak yüreğine...

Mutlu başlayıp mutsuz sonlara mecbur olan, ne yaparsan yap olduramayacağını bildiğin, yarım kalmaya mecbur ve yarım kaldığı, yarım bıraktığı için unutulmayacak olan hikayeler...

Herkesin vardır mutlaka aklına her geldiğinde gözlerinin uzaklara dalmasına, keşkelerle iyi kiler arasında gidip gelmesine sebep olan ve şimdiki naylon sevdalara baktığında gerçek bir sevda yaşadığı için şükrettiren ama yüreğini vuran kırık dökük bir aşk hikayesi...   

"...Ne güzeldi değil mi yaşadıklarımız
Ne güzeldi
Artık ne sen ne de ben
Bulamayız o günleri
Bazen düşünüyorum da
Bende de yanlış bir şeyler vardı galiba diyorum
İkimizde kıymetini bilemedik bir şeylerin
Hatırlarmısın akşam olur
Mumlarımızı yakardık
Sen kokunu sürerdin
Oda sen kokardı
Olmadık şeylere güler
Durup dururken ağlardık
Güzel havalarda sokaklara çıkardık
Bir de kar yağınca kar topu oynardık seninle
Sen iskambil kağıtlarından fal bakardın
İsteğin çıkmadığında
Kağıtları bir daha karardın
Çok kızardın sigara içtiğime
Ve içkime karışırdın
Uzun uzun zararlarını anlatırdın bana
Arasıra rejim yapardın
Tartı bir doğru tartsa
Bir yanlış tartardı
Yani onunla da anlaşamazdın..."
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 

10 Aralık 2012 Pazartesi

Ruhumun "soğuk algınlığı"...

Üç gündür evdeydim havanın beni de çarpmış olması sebebiyle. Aslında tam da istediğim şeydi yatıp dinlenmek. Yorgundu bedenim çünkü ve bu hastalık da kaçınılmazdı. İlaçlarla ve vitaminlerle aram hiç iyi olmadı çocukluğumdan beri. Sevmiyorum ilaç almayı, ondan medet ummayı. Hayal meyal hatırlarım çocukken ateşler içinde yatıp da ilaç almayacağım diye inat ettiğim dünleri. Annem gece yarıları uykumun ortasında içirirdi ilaçları uyku halimden yararlanıp. 

O zaman da inatçıydım hala da inatçıyım. Bünyem güçlü olsun kendi kendine atlatsın istiyorum her hastalığı ve her zorluğu. Ben öğrendim de bedenim öğrenemedi bir türlü kendi kendini iyileştirmeyi. Ama öğrenecek o da destek almadan iyileşmeyi. Birilerine, bir şeylere bağımlı yaşamak işim kolay yanı. Zor olan "tek başına" kalmayı, "tek başına" yetmeyi öğrenmek, becerebilmek. Ben de kolay öğrenmedim tabii kendi kendine yetmeyi. Her yenilginin ve hayal kırıklığının ardından kalkıp yürümeye devam etmek sanıldığı kadar kolay değilmiş. Ama hayat ve insanlar öyle acımasız ki sendeleyerek de olsa öğretiyorlar sana yeniden yürümeyi. Bazen gözleri dönmüşcesine üst üste geliyorlar bir de hiç acımadan. "Bundan daha kötüsü, zoru olamaz" derken sen, öyle bir şey getiriyor ki önüne çaresiz onu da sırtlanıp devam ediyorsun düşe kalka yol almaya. Böyle böyle öğreniyorsun işte güçlü olmayı. 

Son 10 seneme bakıyorum da "hayat hiç torpil geçmemiş bana" diyorum. Allah sevdiği kulunu sınar derler ya anladım ben en çok beni seviyor. Sürekli bir sınanma durumundayım. Sabır dediğiniz şey bende oldukça fazla. Vardır bir sebebi diyorum tüm bu yaşadıklarımın, vardır ve bir gün mutlaka bir karşılığı da olacaktır. Bazen kendin seçiyorsun kaderini bazen de razı oluyorsun kaderine işte....

Güçlü olayım derken sen, bünyen yenik düşüyor en hafif bir soğuk algınlığına işte böyle. Sadece bedenin değil ruhun da yenik düşüyor arada "soğuk algınlığı"na. "Yeter" diyor "biraz dinlenmek istiyorum". Bedenimin yakalandığı soğuk algınlığı ilaçla 1 hafta ilaçsız 7 günde geçer de ruhumun "soğuk algınlığı" ne zaman geçer bilemiyorum...

Her hasta böyle midir bilmem ama ben hasta olunca yattığım yerde düşünür dururum bol bol. Düşünmek için epeydir bu kadar zamanım da olmamıştı belki onun da etkisi vardır. İşin yoğunluğundan kendimle baş başa kalmamıştım epeydir. Ruhumun "soğuk algınlığı" sebeplerini biliyorum en azından. Bazılarının kan bağları sebebiyle tamiri zor ne yazık ki. Diğerleri için de her zamanki gibi mücadeleye devam...

Bedeninizi ve yüreğinizi sıcak tutun ki benim gibi "soğuk algınlığı"na yakalanmayın ;)

3 Aralık 2012 Pazartesi

Bir Kasım daha geçti aşık olamadan...

Her yıl Kasım ayının gelmesiyle birlikte geleneksel olan "Kasım'da aşk başkadır" muhabbetleri dolanmaya başlıyor etrafta. Hele bir de sosyal ağların hayatımızın tam da orta yerine gelip oturmasıyla birlikte iyice fazlalaştı bu Kasım ayı muhabbetleri. Bir Kasım başlarken bir de biterken ayyuka çıkıyor hepsi birbirinin aynı sözler, aynı geyikler. Ne zaman milletçe aşık oluruz Kasım ayında ancak o zaman biter sanırım bu geyikler.

Bir ben mi anlayamıyorum acaba Kasım'da aşkın neden başka olduğunu. 

Neden başkadır aşk Kasım'da? 

Sararıp dökülen yapraklar, yağan yağmurlar mı başka yaparlar aşkı Kasım'da? 

Kasım'da aşk başkadır diye insanlar birbirlerini daha mı çok severler Kasım geldiğinde? 

Oysa aşk her zaman başka değil midir? Aşk başlı başına başkalaşmak değil midir zaten? İnsan aşık olunca başlar başkalaşmaya, sevdiği gibi görmeye, dokunmaya...

Kışın insanlar üzerinde yarattığı hüznün etkisiyle olsa gerek "Kasım'da aşk başkadır" sözüne inancımız.

Ben olmaktan çıkıp biz olmak Kasım'da da güzeldir Ağustos sıcağında da. Tuttuğun el sevdiğinin eliyse eğer Kasım'da da ısınır için yazın ortasında sıcaktan kavrulurken de.  

Aşk varsa yüreğinde her mevsim güzeldir.

Üstelik en çok da bahara yakışır aşk...  Ve aşıksan her mevsim bahardır...

Aşk ne Kasım dinler ne bahar. Bakmaz nerede olduğuna, kim olduğuna. Zaman, mekan tanımadan gelir yerleşir yüreğine hem de tam orta yerine. Ve sen başlarsın kışın ortasında yazı yaşamaya tıpkı gittiğinde yazın ortasında kışı yaşadığın gibi...

28 Kasım 2012 Çarşamba

Özledim...

Uzaklardaki yakınlarımı özledim bugünlerde. 

Beni gerçekten tanıyan, neye ihtiyacım olduğunu bilen, konuşmadan anlaşabildiğim yakınlarımı özledim...

İyiyim dediğimde aslında içimde kopan fırtınaları anlayan, kahkahalar attığımda hüngür hüngür ağlamak istediğimi bilenleri 

Sustuğum zaman konuştuklarımı, konuştuğum zaman sustuklarımı duyanları 



Özledim dediğimde bahanelerin ardına sığınmadan yanımda olanları 

Sabahlara kadar dertleşip kah ağlayıp kah güldüklerimi

Canım yanıyor dediğimde "benim de" diyenleri

Sıkıntım var dediğimde "birlikte aşarız" diyenleri

Mutsuz anlarımda yüzümü güldürmek için elinden gelen her şeyi yapanları

"Yanındayım" derken gerçekten yanımda olanları

"Değerlisin" demeden değerli olduğumu hissettirenleri

Birbirimize saçma sapan testler yapmadan koşulsuz güvendiklerimi

"Arayacağım" dediğinde "unuttum" demeyenleri

"Seni seviyorum" dedikten sonra "ama" ile başlayan cümle kurmayanları

"Seni seviyorum" dediğimde korkmayanları

"Gitme, biraz daha kal dediğimde" sabaha kadar yanımda olanları

Beş dakika görmek için beş saat yol gelenleri


Sarıldığımda tüm dünyayı unutturanları

Her yerde ve her koşulda yanımda olanları

Özledim...

26 Kasım 2012 Pazartesi

Bir ben var içimde benim bile bilmediğim, bilemediğim...

Kimilerine göre ben; mutlu, hayatla pek derdi olmayan, sürekli gezen, hayattan keyif almasını bilen, kendine yetebilen hatta kendiyle yetinmeyip herkese yeten biraz da deli ama güçlü bir kadınım...

Kimilerine göre ise hayatla gerçekten başı belada olan, sevdikleri için çırpınan, biraz takıntılı, akıllı ama bazen kal gelen, 
güçlü görünen ama aslında kırılgan bir kadınım...


Bana göre ise; kimilerine göre az kimilerine göre çok derdi olan, hayattan keyif almak için tüm olumsuzluklara rağmen elinden geleni yapan, kesinlikle kendine yetebilen ama bunu yaparken sevdiklerinden güç alan ve sevdiği herkese yetmek için çırpınan, az takıntılı, biraz deli ve kırılgan ama güçlü bir kadınım ben...


Hayatın herkes için hazırladığı farklı sürprizlerinden fazlasıyla nasibini alan biriyim biraz işte. Ama her şeye rağmen hayatıma sahip çıkmaya ve keyfini çıkartmaya devam ediyorum elimden geldiğince. Çünkü biliyorum ki bu hayatın bir tekrarı yok. Ne yaşarsam ve ne kadar keyifli yaşarsam yanıma kar. Arada dibe vurduğum, sevdiklerimi üzdüğüm zamanlar oluyor tabii ama toparlanmak için de elimden geleni yapıyorum. Her ne kadar güçlü de olsam benim de yumuşak bir karnım var, sevdiklerimden sakınmayı beceremediğim.

Bu zamana kadar hep hayat aldı benden. Şimdi sıra bende. Verdiklerimle yetinmeyi öğrenmesi lazım. Çünkü artık ona verecek hiçbir şeyim yok, olsa da vermeye hiç niyetim yok. 

Yaşadıklarımdan, gördüklerimden, sevdiklerimden, sevildiklerimden, öğrendiklerimden, kayıplarımdan, kazançlarımdan yani hayata dair edindiğim iyi-kötü bütün tecrübelerden sonra ortaya biraz kırılgan, biraz deli, sevdiklerine sahip çıkan ve onları mutlu etmeye çalışan, sevmeyi sevilmekten çok seven ve her şeye rağmen tek başına ayakta durmaya çalışan yumuşak karınlı güçlü bir kadın çıktı işte. 



İnişleri ve çıkışları çok olan bir dönemden geçtim. Öğrendim dediklerimi sil baştan yeniden öğreniyorum. Sabrımı güçlendiriyorum. Kendimi büyütüyorum. Hayatın sürprizlerine karşı tedbirli ve temkinli olmaya çalışıyorum ve arta kalan zamanlarda da yaşıyorum işte...



15 Kasım 2012 Perşembe

Blog'uma mektup...

Sevgili Blog'um;

Seni çok özledim. Ancak o kadar çok işim var ki bırak yazı yazmayı göz göze bile gelemiyorum ne zamandır seninle. Seninle ilgilenemediğim gibi kendimle de ilgilenemiyorum. "Nasılsın?" diye soranlara verdiğim cevap "sadece çalışıyorum, nasıl olduğumu düşünmeye bile zamanım yok" oluyor son günlerde. Çok çalışmaktan, iş yapmaktan hiç bir zaman dert yanmadım. Sadece sevdiklerime ve sevdiğim şeylere zaman ayıramamak biraz üzüyor beni.  Kitaplarım gibi sen de küsme lütfen bana, sana yeterince zaman ayıramadığım için.

Ama bu yoğunluğun en iyi yanı ne biliyor musun, beni üzen ve kafamı meşgul eden dertlerden uzaklaşmak. İçimde taşıdığım, zamanımın büyük kısmını onu düşünerek geçirdiğim ve hiç geçmeyecek sandığım "şey" bile geçmiş gitmiş ben farkına bile varmadan. Demek ki neymiş, insanın boş zamanı çok olunca bazı şeyleri gereğinden fazla büyütüp, düşünüp takıntı haline getiriyormuş. Demek ki neymiş, insan kişisel tatmine ulaştığında aslında o kadar da vahim durumda olmadığını anlıyormuş.

Uyku ilacına rağmen uyumakta zorlanan ben şimdi yastığa başımı koyar koymaz uyuyorum. Yorgunluktan düşünmeye halim kalmıyor anlayacağın ;) Bu yoğun tempo daha bir müddet devam edecek gibi görünüyor ama ben iyiyim merak etme. İyiyim çünkü kendimi işe yaramaz hissetmiyorum artık, aksine bana verilen işleri başarıyla bitirmenin haklı gururunu yaşıyorum :) Bu bana yeni işler ve sorumluluklar olarak geri dönüyor şimdilik ama ileride farklı şekillerde de dönmesini bekliyorum ama dur bakalım, bekleyip göreceğiz.

Her şey güzel olacak diye düşünmeye ve inanmaya devam ;)

Şimdi gidiyorum ve seni kuşlara emanet ediyorum... En kısa zamanda kavuşmak ümidiyle...



30 Ekim 2012 Salı

Tükettim, tükendim, bitti...

Modayı takip ettiğim falan yoktur aslında sadece içinde kendimi iyi ve rahat hissettiğim şeyleri giymeyi, almayı seviyorum her kadın ya da aslında her insan gibi. Eskidenmiş o kadınlar alışverişi sever lafları. Artık erkekler de seviyor alışveriş yapmayı en az kadınlar kadar. Tüketim çılgınlığı sadece duygularımızı değil bütçelerimizi de tüketiyor son hızla. Eskimeden bir yenisini alıveriyoruz hemen tıpkı sevmeye fırsat bulamadan, fırsat vermeden vazgeçtiklerimiz gibi. 

Yazdan kışa, kıştan yaza geçerken temizlik yaparım dolaplarımda. Giyilmeyen ayakkabılar ve kıyafetler yeni sahiplerine gönderilmek üzere ayrılır her mevsim dönüşlerinde. Hepsi de daha dün alınmış gibi yepyenidir. Nasıl eskisin ki 5-10 kereden fazla giyilmiyorlar ki. Tam birbirimize alıştık derken hop bir yenisi geliyor eskisinin pabucu dama atılıyor. Bildiğin israf, bildiğin ziyan... Sürekli bir şeyler almanın en kötü yanı da ondan bir öncekinin hemen unutuluyor olması. Alternatifimiz çok olunca elimizdekilere kıymet vermeyi unutuyoruz ya da hiç gerek duymuyoruz. Çeşit bol olunca bir tanesiyle ömür geçirmeye gerek yok diye düşünüyoruz belki de ;)

Para yerine kullanılan o plastik kartların, bu duruma gelmemizdeki katkısını da göz ardı etmemek lazım. Hayatımı kolaylaştıracağını düşündüğüm o kartı alana kadar cebimde param varsa sahibiydim istediklerimin. Oysa şimdilerde param olmasa da sahibim gördüğüm, beğendiğim her şeye. Ben onlara sahibim, bankalar bana. Belirli bir gelir düzeyine sahip olmayan bütün insanlar gibi ben de ayağımdan prangalıyım bankalara... 

Hem tüketim toplumunun bir ferdi olmaktan hem de kazandıklarımın bana ulaşmadan bankalar arası gezmesinden bıktığım için artık almıyorum. İhtiyacım olan bir şey olduğunda bile düşünüyorum almadan bir alternatif bulabilir miyim diye. Çünkü gerçekten almanın bir sonu yok ama bahanesi çok...

Meğer almak değil o kadar mağaza gezip bir çöp dahi almadan çıkmakmış asıl mutlu eden insanı. Bir çift ayakkabı 250 TL ( indirimde üstelik ) kendini kontrol edebildiğini görmek ise paha biçilemez ;)

25 Ekim 2012 Perşembe

Gülümse çekiyorum...

Bir gülüşle başladı hem varoluşum hem de sonum...

O kadar güzel gülüyordu ki en çok da gözleri ısıtıyordu içimi gülerken...

Tehlikenin kokusunu taşıyordu aslında gülüşünde benim görmezden geldiğim...

"Dokunma! Yanarsın!" dediler ama bilmiyorlardı ki ben dokunmadan yanmıştım üstelik hoşuma da gitmişti bu yanış...

"Gülüşüme kanma, hiç bir zaman senin olmayacağım. Misafirim ben ve biraz kalıp gideceğim gülüşümü de alarak" diyordu sanki tatlı tatlı gülümserken yüreğimi ne kadar incittiğini fark etmeden...

Fazlasını istememeyi, beklememeyi öğretti bana o gülüş... 

Ağlarken gülmeyi - gülerken ağlamayı...

Kahkaha atmadan sevmeyi...

Acı çekerken yüzünde bir tebessüm taşımayı...

Gün gelip bir gülüşe de hasret kalabiliyormuş insan, bir gülüşün kokusuna da...

Hafızamdaki gülüşünü fotoğraflayıp çerçeveledim yüreğime... Özledikçe aralayıp bakıyorum ve ağlarken gülümsüyorum...

Senin anlayacağın çok fotojenik bir acı çekiyorum bu günlerde...




19 Ekim 2012 Cuma

Bu aralar kimseler dokunmasın huzuruma...

Sonunda şehrime döndüm... Yorgun ve bitmiş bir bedenim olsa da tam zamanında (iyi ki) gitmişim bu şehirden. En azından ruhumu yormadım bedenim kadar...

Son yıllarda nedendir bilmem ne zaman İstanbul'a gitsem mutlaka keyfimi kaçıracak bir haber alıyorum. Bu sefer de gelenek bozulmadı. 13. Cuma gibi oldu İstanbul'la kavuşmalarımız. İlla bir terslik, bir huzursuzluk olmalıymış, sanki bu bir kuralmış gibi bir şeyler oluyor. Var bir terslik ama bende mi yoksa İstanbul da mı bilmiyorum. Bir güç bizim mutlu olmamızı istemiyor ama orası net :)

Hayata karşı isyanlarım, sitemlerim olsa da asla vazgeçmedim mücadeleden. Hani derler ya "benimki lafta" işte aynen benimki de öyle, sadece lafta. Söz konusu hayatımsa pes etmek gibi bir şeyi hiçbir zaman düşünmedim. Hep mücadele, sonuna kadar mücadele. Öyle kodlanmışım sanki, her darbeden sonra ufak bir sarsıntı oluyor sonra kaldığı yerden devam ediyor mücadele. Belki de böyle olmasının en büyük nedeni arkamda güvenebileceğim kimsenin olduğunu düşünmeyişimdir. Şu hayatta doğruluğuna inandığım sözlerden biri de "tırnağın varsa başını kaşırsın". Çünkü hayatım hep başımı kaşımakla geçti ;)

Buraya kadar bir sıkıntı yok aslında. Yıllardır aynı durum söz konusu olduğundan alıştım tek olmaya, yek olmaya. Sorun, insanların sürekli huzursuzluk çıkartmaya çalışmasında. Hele bir de atsan ataman, satsan sataman türünden insanlar yapınca bunu hiç çekilmiyor hayat. Ve işte tam da o noktada başlıyor isyanlar, kırılmalar. 

Hayat artık herkes için yeterince zor. Çünkü hiçbir şey kolay ya da değerli değil eskisi kadar. O yüzden de artık huzursuzluklara, mutsuzluklara tahammül edemiyorum. Kendi mutsuzluğuma bile sinir olan ben bir başkasının hele hele kanımdan, canımdan olan birinin ne mutsuzluğuna ne de bu mutsuzluğuna beni ortak etmesine hiç gelemiyorum. İşin aslı artık o anlamda mücadeleye enerjim de yok. Hem üç günlük dünyada ne gerek var zaten bunca kalp kırıklıklarına, bunca mutsuzluğa?!...

Dışarıdan izlemek gerek bazen hayatı... Korumak, korunmak için uzak durmalı huzurunu kaçıran yerlerden, insanlardan... İşte bu yüzden iyi ki burada değildim, iyi ki sevdiğim şehirdeydim. Kaçsa da tadım içinde olmadığım için şanslıydım bir nebze de olsa ;) 

9 Ekim 2012 Salı

Yolculuk hali...

Birazdan en sevdiğim şehre doğru yola çıkacağım, en sevdiklerimi ardımda bırakıp. Her yolculuk öncesi içimi kaplayan heyecan ve huzur yine kol kola girdiler... İnsan sevdiklerine yürekten bağlı olunca gitmeler zorlaşıyor sanki....

Günlerdir erken kalkmanın ve işlerin çokluğundan olsa gerek bedenim de yorgun en az zihnim kadar. Aslında iyi de oluyor bu iş yoğunluğu, yoruluyorum ama canımı sıkan şeylerden uzak duruyorum. Oturup düşünmeye, düşünüp kurmaya ne vaktim ne de halim oluyor. 

Gidince aynı yoğunluk artarak devam edecek. Ama olsun gene de bir fırsatını bulup bir kaç dost yüzü görebilirim, bu da bana iyi gelebilir. Sevdiğim şehrin havasını solumak bile yetiyor aslında ruhumu dinlendirmeye.

Büyüyoruz ve sevdiklerimiz de bizimle birlikte büyüyor ya o yüzden uzundur yolculuk öncesi ettiğim duam "giderken ardımda bıraktıklarımı döndüğümde yine aynı bulayım Allah'ım" oluyor. Şimdi gene gidiyorum duam dilimde, uykum gözlerimde...

Geride bıraktıklarım aslında her yerde, her zaman yanımdalar...

5 Ekim 2012 Cuma

Saklandığı yerden çıkartma zamanı geldi artık...

Mutluluk dediğin şey anlarda gizli...

Bunu çok önce öğrenmiştim ben ama ne oldu, nasıl oldu da unuttum hatırlamıyorum. Ben kendi başına yetebilen, kendi başına mutlu olmayı beceribilen, kendiyle barışık biriydim. Ne oldu da kendime küstüm acaba? 

İnsanlara olan düşkünlüğüm, hayatı paylaşma isteğim mi yaptı bana bunu acaba? Paylaşmak istediğim şeyleri paylaşmak istediğim insanlarla paylaşamadığım için mi böyle oldum yoksa? Kim bilir... Ben bilemiyorum zira ya da noktaları birleştirmekte zorlanıyorum diyelim.

Daha önceki yazılarımda da defalarca söylemişimdir insan biriktirmek yaptığım en iyi şey diye ve her zaman gurur duymuşumdur hayatımdaki insanlarla. Ama gururum olan insanlar tarafından üzüldükçe ya da hırpalandıkça arttı gönlümün kırgınlığı... Dün bir dostumla sohbet ederken ben hislerimi anlatacak doğru kelimeyi bulmak için debelenirken o söyledi "gönlün kırgın" diye. Haklıydı. Doğru kelime buydu, gönlüm kırgındı. Umutlarımı, sevinçlerimi, beklentilerimi üzerlerine inşaa ettiğim insanlarım gönlümü kırmışlardı. Onlarda kabahat yok aslında. Kabahatli gene benim. Onlar bizi çok sev, önemse, değer ver ve bizim için fedakarlık yap demediler ki. Ben yaptım hep yaptığım gibi, zul gelmeden yaptım hem de her zamanki gibi. Pişman mıyım? Hayır, asla. Çünkü ben buyum. Her zaman da böyleydim. Kimileri anladı kimilerine ağır geldi işte. 

Şimdi kaybettiğim "ben"i kazanma zamanı. Bunca zaman üzüldüm, kırıldım, kızdım ama artık yeter. Daha önce nasıl yaptırsam gene yapabilirim ve ben kendi kendime yetebilirim. Mutluluğun içimde gizli olduğunu hatırlamaya başlamışken hazır harekete geçme zamanı ;) 

2 Ekim 2012 Salı

Ben de böyle değildim...

Tam da işlerimi bitirmiş çıkmaya hazırlanırken şeytan mı dürttü de buldum bu şarkıyı anlamadım ki.

Her birinde kendi yaşanmışlıklarımdan izler bulduğum ve her birini ayrı ayrı sevdiğim şarkıların sahibi bu gruba, Zakkum'a aşığım ben. 



İlk defa dinledim ve ilk seferinde ağlattı beni. Ben yazsaydım tam da böyle yazardım ama nerede ben de o yetenek. Olsun birileri yazıyor, söylüyor bana da eşlik etmek düşüyor işte.

Anlatın nolur tek tek bana
Değiştim mi ben, ben böyle miydim
Bu kadar mıydı mutlu günler
Kimim kaldı ah, beni kim dinler

Anlatın, tükendim mi ben
Ben böyle ağlamazdım yakışmazdı
İlk damla ah , ne zaman aktı
Böyle miydim, Böyle miydim

Ben böyle değildim
Böyle değildim
kaçamıyorum
buluyor beni
kendi yaşlarımla
boğuyor beni
boğuyor beni

Ah nerede yirmili yaşlarım
Yoruldu kalbim ben böyle değildim
İlk bahardım hiç üşümezdim
Buz kesiyor artık günlerim

Ben böyle değildim
Böyle değildim
kaçamıyorum
buluyor beni
kendi yaşlarımla
boğuyor beni
boğuyor beni

Durduramıyorum, yetmiyor gücüm
Liğme liğme geçen gündüzüm
Sonuna geldim, kapandı devrim
Artık dizlerimin üstündeyim

Son Söz:
"Tersten esiyor artık hayat rüzgarı
Siz bilmezsiniz ben böyle değildim"


Ben de böyle değildim... Yaş ilerledikçe yaşanmışlıkların verdiği tüm izler saçına düşen aklar, yüzündeki kırışıklar ve gözlerindeki yaşlar olarak bir bir çıkıyor gün yüzüne... 

30 Eylül 2012 Pazar

Sokakta hayat var!...

Sanırım insan olmak dünyadaki tek yaşam hakkının sende olması gibi geliyor bazılarına ki sokak hayvanları için ölüm yasası hazırlıklarına girişiyorlar. Neymiş sokaklardan alınıp "Doğal Hayat Parkları"na götüreceklermiş ve gerekli gördüklerinde de uyutacaklarmış. Bu gereklilik kime göre neye göre? Bunca yıldır hatta yüzyıllardır sokaklarda yaşayan hayvanlar neden rahatsız ediyor artık insanları? Kimse hayvanları sevmek zorunda değil ama bu onların yaşam haklarına tecavüz etme hakkını da vermiyor hiçbirimize. 

Sanki birlikte yaşadığımız herkesi seviyormuşuz gibi, hayatta her şey yolundaymış gibi, ülkede herkes refah içinde yaşıyormuş gibi, sanki hayat bayrammış gibi derdimiz hayvanlar oldu. İki ayaklı hayvanla yaşamaya alışabiliyoruz da ağzı dili olmayan CANlar mı gitti zorumuza? 

Ben 37 yaşındayım ve bu yaşıma kadar hiç bir hayvandan zarar görmedim insanlardan gördüğüm kadar. Mesela yolda yürürken hiç bir sokak köpeği gelip ısırmadı beni durup dururken ama ben yolda yürürken çok kez taciz edildim insan görünümlü iki ayaklı hayvanlar tarafından. Kimi sözleriyle taciz etti kimi de elleriyle. Onlar gibiler hala sokaklarda salına salına dolaşıyorken tek dertleri yaşamak olan CANlar neden dolaşmasınlar ki sokaklarda? 

Bir kaç tane talihsiz örnek var benim de bildiğim insanlara verilen zararla ilgili ama insanlar tarafından verilen zararların örnekleri onlardan çok çok fazla. Her zaman söylediğim bir şey vardır; sen bir hayvanın canını yakmazsan o senin canını asla yakmaz ama bir insan hiç sebep yokken gelip senin canını yakabiliyor diye. Sosyal medyada bile yüzlerce fotoğraf ve görüntü var hayvanlara yapılan işkenceleri belgeleyen. Tecavüze uğruyorlar, kuyruklarından tutulup fırlatılıyorlar, tekmeleniyorlar, zehirleniyorlar, yakılıyorlar... Hal böyle olunca da benim kafam karışıyor kimin zararlı olduğu konusunda. 

Sevmeyebilirsin, kimse de zorla sev demiyor zaten ama saygı duymak zorundasın. Çünkü bu dünya sadece insanların değil. İnsan söz konusu olduğunda "Allahın verdiği canı yine Allah alır" derken neden hayvanlar söz konusu olduğunda bu kural işlemiyor? O öldürmek istediğin CANlar da seni yaratan YARADAN tarafından yaratılmadı mı? 

Sokaklarda yaşayan ve "Doğal Yaşam Alanları"na götürülmeyi bekleyen onca evsiz insan varken bırakınız da hayvanlar rahat rahat yaşasınlar sokaklarında, parklarında, bahçelerinde...

27 Eylül 2012 Perşembe

İncelikler yüzünden...


Bir şarkı bu kadar mı işler insanın içine, aradan yıllar geçse de ezbere söyleyebilirim bunu ve içime işleyen diğer tüm şarkıları. İyi ki varlar ve iyi ki tercüman oluyorlar hislerime...
İlk buluşmamız 1998 yılının soğuk bir kış günüydü. O zamanlar şimdiki gibi ne akıllı telefonlar var ne de mp3 çalarlar. Hatta cep telefonları yeni yeni çıkıyordu piyasaya. Bir elimde wolkmanim ( cebime sığacak kadar küçük değildi ne yazık ki :) ), bir elimde bira şişesi Abant Gölü'nün etrafında yürürken bir taraftan da bağıra çağıra söylemiştim bu şarkıyı etraftakilerin tuhaf bakışları altında. 

Eskiden daha çok kaçardım bunaldığım zamanlarda. Şimdilerde pek kaçamıyorum ve kaçamadığımdan sıkışıp kalıyorum kendi içimde belki de. Ve haykıramadığımdan boğuluyorum iç sesimde belki de...

Şimdi toplantıya gitmeyi beklerken geldi aklıma bu şarkı ve içimden  "ben bu yüzden, incelikler yüzünden belki daha çok üzüldüm" diye haykırmaya başladım sessiz sessiz... 


"İncindim, incitildim derinden
Terk ettim kendimi
Tesadüfen karşılaştım içimde
Kendimle yeniden

Bir minicik kız çocugu bak
Duruyor orada hala
Anlatamam gördüklerimi
O neşeli çocuğa

Artık beni asla yaralayamaz
Hayat eğer istemezsem
Yilar beni kolay yakalayamaz
Ben durup beklemezsem

Siz yine de incelikli davranın
Benim kadar değilse de
Ben bu yüzden, incelikler yüzünden
Belki daha çok üzüldüm"


Hayat pek de nazik davranmıyor sanki artık... Hem hayat hem de insanlar harcıyor birbirlerini hiç düşünmeden, hiç acımadan... Herkes ben merkezli yaşadığından olsa gerek senin yaptığın inceliklerin ne bir önemi ne de bir değeri var artık...

İki toplantı arası...

Sen gittiğinden beri işlerin yoğunluğundan eve hep geç gidip erken çıkışlarımdan olsa gerek pek fark edemedim evdeki yokluğunu. Ama dün akşam bir sokak kedisini kucağıma aldığımda engel olamadım gözlerimden akan yaşlara. Meğer çok ama çok özlemişim seni... Galiba bir müddet dokunamayacağım başka kedilere. Çünkü her dokunuş sızlatacak burnumun direğini belli ki...

Belki de seni özlediğimdendir herkesin "bugün bir durgunsunuz" demesi ve gözlerimdeki hüzün...

25 Eylül 2012 Salı

"Şimdi" den bir not...

Sesini unutuyorum bazı insanların... Çünkü vazgeçtim "arayan" olmaktan.

Ben nasıl arıyorsam, hal hatır soruyorsam bekliyorum aranmayı, hatırımın sorulmasını. Bekliyorum ama sadece bekliyorum. Ne arayan ne soran var o beklediklerimden. Çünkü onlar sadece işlerine geldiği zaman arayan bir grup insandan bir adım öteye geçemediler. Ben de beklemekten ve olmadığında üzülmekten de vazgeçtim artık. Herkesi onların beni koydukları yere koymayı da öğretti yaşadıklarım bana. Bundan böyle ne kadar ekmek o kadar köfte. Kalmadı bende de zor zamanlarda akıllarına düştüğüm insanlara gösterecek ne sabır ne anlayış.

Hayatımdaki en büyük hazinem "insanlarım". Ama onlar sandıktan çıkmak istiyorlarsa kendileri bilirler. Ben artık kimsenin peşinden koşamayacak kadar yorgunum.

O kadar çok hayal kırıklığım var ki cebimde, elimi her cebime attığımda aklıma geliyor canım diyip sırra kadem basanlar. O yüzden artık ben de yokum. Varlığımın kıymetini bilmeyen yokluğumu da hissetmez elbet ama derdim de bu değil zaten. Ben artık kendimi korumak derdindeyim. Çünkü ceplerim yeterince dolu, yenilerine ne yerim var ne de üzülecek halim.

Yanımda olmayanlara üzülmektense yanımda olanlarla mutlu olmayı seçiyorum ve hala büyümeye (öğrenmeye) devam ediyorum...

17 Eylül 2012 Pazartesi

Davetsiz bir misafirdir mutsuzluk...

Uzundur etrafımda olup bitenleri ve bir vesile ile hayatımda olan herkesi gözlemlemeye çalışıyorum. Kim ne yapıyor, neden yapıyor diye ve belki de en çok bana ışık tutsun diye. Gördüğüm tablo ne yazık ki hiç de iç açıcı değil. Herkesin bir ele güne karşı çizdiği bir "her şey yolunda, keyfim tıkırında" bir de kendine sakladığı bir "bu nasıl hayat lan, bıktım usandım artık" durumu var. 

Aşırı sosyalleşmiş insanlara bakınca bunu daha iyi anlıyorum çünkü yalnız kalmaktan kaçmanın başka bir yolu yok ne yazık ki. Ya kendi kendine kalıp, hayata ve kendine küsüp içinde küfrü ve öfkesi bol cümleler kuracaksın ya da insanların arasına katılıp geyikten öteye geçemeyen muhabbetlere dahil olup, her şey yolunda imajı vereceksin özünde mutsuz olup, bunu kendine bile itiraf etmekten çekinenlerin yaptığı gibi.  Alkol denen şey biraz fazla gitti mi bünyeye çıkıyor gerçek duygular ortaya bu kaçaklarda. O zaman bile zor itiraf ediyorlar mutsuz olduklarını, sanki mutsuz olmak bir suçmuş bir günahmış gibi... 
 
Mutsuzluk da mutluluk gibi bize ait, bize özgü. Ne utanılacak bir durum ne de suç. İnsan olmanın getirdiği olağan durumlardan biri tıpkı acıkmak gibi, susamak gibi. Ama nedense hem kabul etmesi hem de söylemesi zor geliyor çoğumuza tıpkı "seni seviyorum" demek gibi. Sanki söylersek birileri bizi ayıplayacak ya da bu duygu üstümüze yapışıp kalacakmış gibi. Oysa bir durumla başa çıkabilmek için önce onun adını koymak, tanımını yapmak gerekmez mi? Ne olduğunu bilmediğin bir duyguyla nasıl mücadele edebilirsin ki? Önce düşmanın kim olduğunu bileceksin ki ona göre savaş stratejileri geliştirebilesin...
 
Kabul etmek lazım mutsuzluğun da en az mutluluk kadar gelip geçici bir durum olduğunu. Mutluluktan kaçan birini hiç görmedim ben. Aksine mutluyken paylaşır insan mutluluğunu çoğalsın diye, herkes ortak olsun diye. İşte sırf bu yüzden paylaşmalıyız belki de mutsuzluğumuzu azalsın diye, yalnız olmadığımızı bilelim diye. Ama bunun için "ele güne karşı zayıf duruma düşerim, elalem ne der" düşüncesinden kurtulmak gerek öncelikle. Bu elalem ne der ya da ele güne karşı düşüncesiyle yaşamıyor muyuz çocukluğumuzdan beri, artık yetmedi mi? Kim ne derse desin kardeşim bu hayat senin hayatın ve hesap vereceğin tek merci de sadece kendinsin. Bırak artık elalem ne der, ele güne karşı ne duruma düşerim diye düşünmeyi ve sahip çık mutsuzluğuna!!! 
 
Mutsuzluk çat kapı çıka gelen davetsiz bir misafir hepimizin hayatında. Kapıyı açmasan da girecek bir delik bulur mutlaka yüreğine. Ve en umutsuz olduğun andır en mutsuz olduğun an...

8 Eylül 2012 Cumartesi

Ne zormuş sana veda etmek...

Bir kediyle yaşamaya başladığım günden beri yani tam 18 yıl 2 aydan beri bir gün bu durumla karşı karşıya kalacağımı biliyordum. Tıpkı 18 yaşımdan beri, bir gün bütün sevdiklerime veda etmek zorunda kalacağım gerçeğiyle yaşadığım gibi. Ölümün sırası ya da zamanı yok kimse için elbette ama bir hayvan beslemeye başlarsanız ne yazık ki ortalama ömrünün ne kadar olacağını da bilirsiniz. İstisnalar hariç ortalama 14-15 yıl birlikte olursunuz ve ilk günden bilirsiniz o kadar zaman sonra sizinle olmayacağını. Ama biliyor olmanız bu gerçeği kabul edeceğiniz anlamına gelmiyor ne yazık ki...

Benim oğlum istisna olan bir ömrü yaşadı. Ama ben biliyordum onun 14 senede çekip gitmeyeceğini, bizi bırakmayacağını. Çünkü o da bütün ailesi gibi dirayetli ve inatçıydı. Ne yaşarsa yaşasın asla vazgeçmedi yaşamaktan. Doğduğu an itibariyle tam 7 ay veterinerlere gitti çünkü anne sütünü yeterince alamadığı için raşitikti ve yürüyemiyordu. Bir patimiz kısa kaldı ama kazandık ilk savaşımızı. Arada kum döktü, gastrit oldu ve en son 5 sene önce böbrekleri çalışmaz oldu. Bu savaşı kazanamayabiliriz derken, çünkü erkek kedi ve köpekler kısırlaştırıldıktan sonra bu çok sık rastlanan ve genelde de kısa sürede kayıpla sonuçlanan bir durumdur, onu da atlattı. Veteriner hekimimiz Aydın Bey "bu tamamen annenin sevgisiyle olan bir mucize" diyerek bahseder Boncuk'un bu galibiyetinden. Bu zafer anne oğulun birbirlerine olan sevgileriyle ve bağlılıklarıyla kazanılmıştı Aydın Bey haklıydı. O tarihten bu yana da haftada 2-3 kez evde serum vermeye devam ettim, böbreklerine takviye olsun diye, rahat etsin diye. Ama ne yaparsak yapalım olmadı, olduramadık, zamanı durduramadık ve melek yüzlümüz şimdi gerçek bir melek oldu....

Dört ayaklı dostu olanlar bilirler, eğer bu canlar öleceklerini anlarlarsa sahiplerinin gözlerinin önünde ölmemek için yaşadıkları evlerini terk ederler (yapabilirlerse). Benim aslan oğlum da sırf annesinin gözleri önünde ölmemek, onu daha da üzmemek için evden çıkana kadar direndi, yardım almadan kalkamadığı yatağında. Gene gösterdi ne kadar dirayetli ve özel olduğunu. Biz acı çekiyor daha fazla çekmesin diye uyutmak üzere ( ki bu karar gerçekten çok ama çok zormuş ) veterinere götürmeye karar verdiğimizde o zaten evden çıkmayı dört gözle beklermiş meğer. Evden çıkarken babasının vedası belki de özetlemeye yeter Boncuk'un bizim için ne demek olduğunu. Sert bakışlı, sevgisini göstermeyi beceremeyen babası oğluna sarılıp "hakkını helal et oğlum" dedi ağlayarak. Haklıydı bizim üzerimizde çok hakkı vardı. Bize çok şey öğretmişti 18 yılda.  Veterinerin kapısında, daha içeri girmeden kucağımda yumdu gözlerini bir daha açmamak üzere. Kendi ellerimle yatırdım kazdığımız çukura pamuk kokulumu, annesinin en sevdiği eteğinin içinde...

Beş kişilik çekirdek ailemiz kaldı dört kişi. Annesinin "can yoldaşı", babasının "güzel oğlu", ablalarının "pamuk kokulu, güzel yüzlü melek oğlu"ydu ve gerçekten çok özel bir kediydi Boncuk. En çok annesine düşkündü Boncuk, annesi de ona. O hastayken annesi beklerdi baş ucunda, tıpkı annesi hastayken annesinin ayak ucundan ayrılmadığı gibi. Annesini daha çok üzmemek için herkes gizli köşelerde akıtıyor gözyaşlarını  şimdi. Annesi evde oturamıyor o günden beri, babası balkondaki oyun masalarının altına bakıyor "acaba orada yatıyor mu" diye. Banyoya girer belki gene diye hala aralık bırakılıyor banyonun kapısı, balkon kapısı gibi.

Benim güzel oğlum, birlikte çok güzel bir 18 sene geçirdik. Bizi hastalıkların dışında hiç üzmedin. Ailemize katıldığın ve annemize en zor zamanlarında yoldaşlık ettiğin için teşekkür ederiz sana. Sen gittiğin yerde rahat uyu ve hiç merak etme annen bize emanet. Yokluğunla bize öğretmek istediklerini hepimiz şimdiden anladık benim akıllı kuzum. Biliyorsun değil mi, yokluğuna alışmak hiç kolay olmayacak ve aslında hiç alışılmayacak. Sadece geçen zaman acımızı hafifletecek... Seni çok sevdiğimizi ve çok özlediğimizi sakın aklından çıkartma ve uyurken üstünü sakın açma...