31 Mayıs 2012 Perşembe

İki dirhem bir çekirdek...

Şimdi önüne ilk çıkan hatunu çevirip sorsan "moda nedir?" diye vereceği cevap kesin  "insanın kendine yakışanı giymesi" olur. E madem moda, insanın kendine yakışanı giymesi ise "sen neden kendine yakışmayanı giyiyorsun" diye sormazlar mı o zaman insana ablacım.

Hem insan kendine yakışanı giymeli diyoruz hem de nerede moda olan kıyafet var yakışıp yakışmadığına bakmadan alıp geçiriveriyoruz üstümüze. Neymiş efendim modaymış, herkes bunlardan giyiyormuş. Sen eksik kal, sen giymeyiver yahu, sana yakışmıyor işte. İnsan hiç mi bakmaz aynaya sokağa çıkmadan önce olmuş mu olmamış mı diye? 

Tamam skinny jean modası var bir süredir, yakışanda güzel de duruyor. Boyu uzun ve ince bir hatun giymişse bakmaya doyum olmuyor. Ama boyuna hele bir de kilosuna bakmadan giymiyorlar mı deli oluyorum. Hem dar hem de düşük bel oldu mu seyrine doyum olmuyor, bak bak bitmiyor her yerden pörtlemiş etler. Eskiden olsa hadi her vücut tipine göre kıyafet yoktu diyorduk ama şimdi öyle mi bin çeşit alternatif var. Adamlar hiçbir masraftan kaçınmayıp yapıyorlar kardeşim. Üstelik her keseye uygun mağaza da var artık. İlla gidip pahalısını almak zorunda değilsin ki. Ayrıca outlet mağazacılık denen şey de var artık canım memleketimde. Sosyete pazarlarımız var,  çok iyi yapılmış replikalar var. Yani anlayacağınız var da var. Yeter ki sen almak iste. 

Ben demiyorum ki kilolu insanlar giyinmesin elbette giyinecekler ama ben nasıl 160 cm boyuma uzun uzun elbiseler giyip sokaklarda dolaşmıyorsam yer mantarı gibi, onlar da daracık jeanler, mini mini etekler, taytlar, kısacık ve daracık bluzlar giymesinler mümkünse. Ben bu boyumla 13 pont topuklu ayakkabı giymezken boyu 175-180 cm olan kızların hem platformlu hem de 13 pont ayakkabı giyip zürafa misali ortalarda salınmalarına da anlam veremiyorum. Ablacım Allah zaten sana boy konusunda cömert davranmış daha neyi zorluyorsun ki? Sanki sanırsın Türk erkeklerinin hepsi NBA' de oynuyor. 

Erkeklerin de aralarında "yok bu olmamış, hatta hiçbir zaman da olmaz" dediğim kıyafetler var tabii, sadece kadınlar değil görüntü kirliliği yaratanlar. Mesela, şehirde çirkin ve bakımsız ayaklarına bakmadan parmak arası terlik giyenler ( bak şimdi gözümün önüne geldi de tüylerim diken diken oldu, o derece sevmiyorum yani ), eskiden kaslı şimdilerde yağlı ve göbekli vücutlarına yapışan daracık t-shirtler giyenler, bacaklarının parantezliğine, sıskalığına bakmadan bermuda ya da direkt şort giyen bir erkek gördüğümde üstüne ağ atıp toplayasım geliyor. 

Modaya uyacağım, güzel olacağım, dikkat çekeceğim diye uğraşanlar, biliniz ki güzel olamıyorsunuz ama dikkat çekmeyi başarıyorsunuz ;)

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Kimse bıraktığın yerde seni beklemiyor arkadaşım...

Ben bu ikili ilişkilerle ilgili bir sürü şeyi artık anlayamıyorum galiba. Acaba çok mu geri kafalı kaldım diye düşünmüyor da değilim arada. Tek problem eden ben miyim acaba yoksa herkesin rahatsız olduğu şeyler midir bu, kendi hayatımdan yola çıkarak, dile getirmeye çalıştıklarım?

Son dönemde de sevgili bulunca birden kıçı kalkan, arkadaşlarını beğenmeyen tiplere taktım kafayı. Şimdi bunlar birini bulduklarında görüşmeler anında kesilir, aramalar da zamanla biter. Hatta bazıları kıskanırlar bir de sevgililerini sanki elinden alacakmışsın gibi. Öyle bir kaptırırlar ki kendilerini sanki ondan önce bir hayatı, arkadaşları yokmuş ondan önce yaşamıyormuş gibi. Arkadaşlarıyla sevgilileri arasında denge kuramayan, iki tarafla da görüşmeyi beceremeyen, sadece yeni ilişkilerine konsantre olan konsantre tiplerdir bunlar. 

Sevgilisi olmadığında aynı kaderi paylaşmaktan dem vurup, kıçınızdan ayrılmayan tipler birini bulduklarında nasıl da değişiyorlar 180 derece anlamak mümkün değil. Hele bir de evlenmeye görsünler o zaman hepten kaybediyorsun o insanları. Sanki bir kaç ay öncesine kadar oturup yalnızlıktan yakındığın, insanların güvenilmez olduklarından şikayet ettiğin, "bana arkadaşlarım, dostlarım yeter" dediğin insan o değilmiş gibi. Ben de bunlardan o kadar çok ki. Kadını da aynı erkeği de böyle ama ağırlık erkeklerde benim çevremde. 

Ben samimi, sevgi dolu bir tipimdir. Böyle sevdim mi, yok bana dokunma aman sarılma triplerim olmaz benim. Sevdiğim zaman karşımdaki insan erkekmiş, kadınmış anlamam ben, cinsiyetsizdir benim için. Sarılırım, öperim, sevgi sözcüklerini kullanmaktan dahası "seni seviyorum" demekten çekinmem. Çünkü ya severim ya sevmem. Seviyorsam da ne gerekiyorsa yaparım. Bu herkes tarafından da bilinir. Ama bilip de gözden kaçırdıkları bir şey var ki o da salak olmadığım. Her gün konuştuğum, haftada en az bir kere görüştüğüm, birlikte birilerinin gelmişine geçmişine içtiğim ve arkadaşım, dostum dediğim insan üç gün sonra birini bulduğunda ya da evlendiğinde beni aramıyorsa mümkünse bundan sonra hiç aramasın. 

Yok ama, bunlar genelde yüzsüz tipler olduklarından ilişkileri istediği gibi gitmediğinde ayrıldıklarında, boşandıklarında hemen gelir sırnaşırlar kedi gibi. Ortalarda görmemeye alıştığın insan bir anda yeniden biter ot gibi. Sürekli arar, bir ilgi bir ilgi görmeyin gitsin. Hafta içi hafta sonu fark etmez sürekli bir plan yapma çabası içindedir sanki aylardır hatta bazen yıllardır seni aramayan, seni yok sayan o değilmiş gibi. Hiçbir şey yokmuş gibi aradıkları, sırnaştıkları yetmez bir de kapris yaparlar, gönül koyarlar "vay efendim sen beni neden aramıyorsun?" diye. 

He malım ya ben, hemen ararım seni ayıp ettin. Senin yaptıklarının bir önemi yok nasılsa, beni o kadar büyük ve sevgi dolu bir kalbim var ki ne yaparsan yap kabul ederim seni. Sen sevgilinle gez-dolaş, gül-eğlen olmadığında gel, lafı mı olur böyle şeylerin aramızda. Ben de zaten bıraktığın yerde seni bekliyordum. Hatta sen şimdi gel sonra birini bulunca gene gidersin. 

24 Mayıs 2012 Perşembe

Her dem taze piliç olan bodur ama anaç bir tavuğum ben...

Aslında kendimi bildim bileli böyleydim ben ama son yıllarda yaptığım işten olsa gerek biraz daha abarttım durumu galiba. Mesleğim yönetici asistanlığı. Şimdi "bildiğimiz sekreter" diyenleriniz olacaktır eminim ama ikisi arasında bir hayli fark var aslında. Eğer bir yönetici asistanıysanız, çalıştığınız yöneticinin her şeyi olursunuz. Hele bir de benim gibi detaycı biriyseniz, yaptığınız her şey bir süre sonra göreviniz haline gelir. Sizden istenenin fazlasını verirseniz birine o da hiç çekinmez hep daha fazlasını ister.

İş hayatımda da böyle bu özel hayatımda da. İnsanlara nasıl bir güven vermektir bu ben bile anlamış değilim :) Her şeyi bilen, çözen, yapan kız; Huysuz ve Tatlı Kız!

İş hayatı için "olması gereken bu" diyebiliyorum, yaptığın işi en iyi şekilde, en düzgün şekilde yapmak gerekliliğine inandığım için ama özel hayatımda ziyadesiyle sıkıldım ben bu durumdan. Hayır anlamadım ki acaba yaşım 37 olduğundan vücut annelik hormonu salgılıyor da bunu etrafımdakiler de mi anlıyor. Etrafımdakiler için yerine ve ihtiyacına göre bilinmeyen numaralar, eczacı ya da doktor, bankacı ya da finans danışmanı, emlakçı ve türbe olabiliyorum.

Şimdi sırf hatırımı sormak (hatır sormak hatırlarda kaldı belkide) için arayanlar da olmasına rağmen nedense çoğunluk ihtiyaçları dahilinde çalıyorlar kapımı. Günlerce aramayan adamlar bir sabah ansızın arayıp "çok hastayım, ölüyorum ne içeyim?" diyebiliyor. Dilimin ucuna kadar geliyor "sabahlara kadar kimle gezdiysen ona sor bana ne soruyorsun" demek ama ana yüreği işte, dayanamıyorum hemen bir reçete yazıveriyorum. Sonra da takip ediyorum nasıl olmuş, iyileşme var mı diye. Bir yerde otururuz 3-5 arkadaş, birinin ağrıyan yeri varsa gelir bana yanaşır. İlle ben ovup ilaç süreceğim. Neden yahu, ellerimde sihirli bir güç var da benim mi haberim yok? Bir kaç arkadaşım var ki hele dualarımın sihirli bir gücü olduğuna inanıyorlar sanırım. Önemli bir iş ya da sıkıntılı bir iş söz konusu olduğunda ilk beni ararlar dua edeyim diye. Tutuyormuş dualarım dediklerine göre. Artık nasıl bir görev bilinciyle, içten dua ediyorsam tutuyor demek ki :) Kiralık ev arıyorsa biri emlakçıya gidip uğraşmasına gerek yok, bana söylemesi kafi. Ben evi bulur, pazarlığını yapar, taşır, oturmaya hazır halde teslim ederim. 

Özellikle erkek arkadaşlar için hayat kurtarıcı olursun eğer anaç bir yapın varsa. O ister, düşler sen yaparsın. Hastalıklarına iyi gelir, sıkıntılarına çözüm olursun. Bir de övünerek anlatırlar arkadaşlarına "abi bu kız acayip bir şey, ne istesen söylesen anında hallediyor" diye. Ederim tabii, anaç bir tavuğum pardon salağım ben :) 

Arada dişiliğinin bile önüne geçiyor, o kadar berbat bir durum vallahi ama ne yaparsan yap gitmiyor arkadaş. İstesen de "bana ne yahu ne yaparsan yap" "bence bir doktora git" "bildiğim iyi bir emlakçı var seni onunla tanıştırayım" ya da sadece "bilmiyorum" bile diyemiyorsun. Özetle; her şeyi becerebilen sen; anaç bir kadın olmuşsan duyarsız bir kadın olmayı asla beceremiyorsun ve sadece kendine "geçmiş olsun" diyebiliyorsun...

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Önce güvenirsin, sonra seversin, sonra da kaybedersin...

Oldum olası sevmemişimdir büyük lafları. Yürekten gelmediklerini düşünürüm çünkü. Ezberden söylenen sözlerdir çoğu. İnanmadığın, yapamayacağın sözleri söylemek bu kadar kolay olmamalı. Çünkü hissetmediğin duygular üzerine kurduğun her şey yıkılmaya mahkumdur. Sen de o ettiğin büyük lafların altında ezilmeye mahkumsundur tabii birazcık vicdanın, birazcık yüreğin varsa.

Kolaydır bir insanı kandırmak eğer sana inanmayı seçmişse. Ne desen doğru olduğunu düşünür, yalan olduğunu bilse bile. Kolaydır bir hayata girmek bir kaç süslü ve büyük lafla. Girmek kolaydır da çıkmak nedense kolay olmaz o kadar. Kıvranır durursun, nasıl söyleyeceğini bilemezsin çünkü. Yediremezsin kendine onca laftan sonra kolayca çekip gitmeyi. Bahaneler bulursun, peşine yalanlar eklersin sonra bekler durursun o söylesin diye. Gelirken bin türlü söz söylemeye hazır olan yüreğin giderken "bitti" demeye üşenir.

Kolaydır gelmek de en az gitmek kadar aslında, ortada bu kadar yalan, bu kadar sahte söz ve davranış olmasa. Sadece "sen" olabilsen her şey kadar kolay olur gitmek de bitti demek de.

Kolaydır bir insanın duygularıyla oynamak ama zordur aldığın "ah"larla yaşamak. Ondan korkar zaten koşa koşa gelen. Ondan süründürür zaten hem seni hem kendini. Korkar çünkü ona söyleyeceğin lafları duymaktan. Yalanlar söylemeye hazırdır da gerçeklerle yüzleşmekten korkar.

Sen kabul edersin o gerçekleri söylemeyi, bitsin artık karşılıklı süren bu çile diye ama bu sefer de muhattap bulamazsın. Sırra kadem basmıştır "korkak" kişi. Gelişiyle sevince boğduğu yüreği yangın yerine çevirip çoktan gitmiştir.

Bilirsin bir süre sonra esamesi okunmayacak tıpkı diğer gidenler gibi, diğer kalanlar gibi ama gene de engel olamazsın kendine, üzülürsün...


17 Mayıs 2012 Perşembe

Hepsi hepsi hayat nasıl olsa...

Hani olur ya bazen hayat hiç tat vermez, sanki söz birliği etmişcesine her şey ve herkes üstüne üstüne gelir. Sen kurtulmaya çalıştıkça daha da battığını düşünürsün, tutunmaya çalıştığın her dal eline gelir. Sen "daha ne kadar kötü olabilir" dedikçe daha da kötüye gider her şey. Her şey ve herkes zorlar, kimi sabrını, kimi şansını... Nefes almaktan bile sıkılırsın, bir el boğazına yapışmıştır sıkı sıkı bırakmaz. Issız bir adaya gitmeyi istediğin tek zamandır bu zaman. Kimseler olmasın, sadece sen ve yalnızlığın...

Ben kaçtıkça geldi buldu bu durum gene beni. Geçmişte hatırı sayılır bir dönem böyle yaşadığımdan tecrübeliyim güya ama gene de zorlanıyorum. Çünkü biliyorum ne berbat, ne saçma bir süreçtir. Etrafındaki herkes tarafından "güçlü kadın" olarak bilindiğinden dik durman gerekir her durumda ve şartta. O yüzden bir yandan sıkıntılarından kurtulmaya onlarla baş etmeye çalışırsın bir yandan da etrafındakilerle. Çok yakın olmayanlar anlamazlar ne halde olduğumu, iyi rol yaparım zira, maskelerimi nerede nasıl kullanacağımı da öğrendim artık. Ama daha önceki bir yazımda da söylediğim gibi ailenden ve dostlarından bir şey saklaman mümkün değil ne yazık ki. Onlar maskeden falan anlamıyorlar vallahi. Çatır çatır söylüyorlar yüzüne neyin var neyin yok. Nitekim sabah yedim gene lafı, 23 senelik dostumla telefonda konuşurken "bu halin çok canımı sıkıyor, bir şey yapmama da izin vermiyorsun ve uzaklaşıyorsun gene" dedi. Günlerdir içinde tuttuğu o kadar belliydi ki.

Telefonu kapattıktan sonra düşündüm bir müddet, gerçekten de uzaklaşıyor muyum diye. Evet uzaklaşıyorum aslında ama sadece beni çok iyi tanıyanlardan uzaklaşıyorum, her halimden anladıkları için. Beni, içimde kopan fırtınaları çok iyi bilmeyenlerle olmak, daha iyi ve kolay geliyor böyle dönemlerde. Bir şey anlamadıkları için sormuyorlar da, geyikten öteye geçmeyen sabun köpüğü muhabbetler daha iyi geliyor kafa dağıtmak için. Gülüp geçiyoruz her şeye, herkese. Üç beş saat sürse de dağılıyor kafan işte, uzaklaşıyorsun kendinden, sıkıntılarından. 

Biliyorum geçecek. İhtiyacım olan tek şey biraz daha sabır ve bir ışık. Sonuçta insanız hepimiz ve her şey bizim için değil mi? Ne yazık ki hayat her zaman iyi gitmiyor, arada böyle zamanlar da yaşamak gerek ki iyi günlerin kıymetini bilelim. Bir de şöyle bir gerçek var ki, sen yaparsan yap yaşayacaklarını değiştiremiyorsun çoğu zaman. Hayatın senin için hazırladığı plan işliyor tıkır tıkır. Sorun zamanlamada. Senin istediğin zamanla onun planladığı zaman tutmayınca böyle boğuluyorsun işte.

Son günlerde, yıllar önce yine böyle bir boğulma, bunalma dönemindeyken, çok sevdiğim bir dostumun "al da dinle" dediği bir şarkı var başa sarıp sarıp dinlediğim. Siz de dinleyin istedim, belki bana geldiği gibi, içinizden bazılarına da iyi gelir diye ;)



15 Mayıs 2012 Salı

İçimden İstanbul geçti...

Oldum olası sevmişimdir şehirler arası yolculukları. Sadece yaşadığın şehri değil tüm sıkıntılarını, mutsuzluklarını ve umutsuzluklarını da geride bırakırsın giderken. Birkaç gün de olsa iyi gelir kendi hayatından uzak kalmak, ruha da bedene de. Başka hayatlara misafir olursun kendi hayatını ardında bırakarak. Hele bir de sevdiğin bir şehre varacaksa bu yolculuğun sonu, keyfine doyum olmaz. 

Otobüs saatini beklerken fark ettim yalnızlığımı. Belki de büyümenin biraz da yalnızlık olduğunu. Uzun zamandır ne uğurlar birileri, ne de vardığım yerde karşılar beni. Yolculuklarda da tek başınayım, hayatta olduğum gibi... Büyümek güçlenmek demek, güçlenmek de yalnız olmak...

Gece yolculuklarında uyuyamam pek, ufacık bedenim sığmaz olur o koltuklara. Sevdiğim müziklerim eşlik eder yolculuklarıma. Cam kenarını tercih ederim genelde. Cam kenarı yalnızların koltuğudur. Başını yaslayacak bir omuz yoksa, en yakın omuzdan daha yakındır o cam sana. Kendi yansımanla göz göze gelirsin arada, izlersin yüzünü, yüzündeki ifadeleri. Çok şey anlatır da anlamak istemezsin, yumarsın gözlerini. Biraz anılarda yolculuk edersin, biraz da hayallere dalarsın.

Gitmeleri severim ama İstanbul'a gitmeyi ayrı bir severim. Pek çok Ankaralının aksine severim İstanbul'u. Karmaşasını, trafiğini, insanlarının kendi hallerinde oluşunu, Kız Kulesi'ni, Boğaz'ını, Adalar'ını, özgürlüğe kanat çırpan martılarını severim. Benim için, "şehirler midir insanları sevdiren yoksa insanlar mı şehirleri sevdirir?" sorusunun, cevabı olmayan tek şehirdir İstanbul. Denizinin karşısında saatlerce oturup seyretmeye doyamadığım, kalabalıklarının arasında dolaşıp yalnızlığımı unuttuğum, karmaşasına dalıp kendimden uzaklaştığım tek şehir...

Çocukluğumda tatil demekti İstanbul. Her yarıyıl tatilinde ve yaz tatillerinde İstanbul'da alırdık soluğu ablamla. Şişli sokakları ve sakinleri az çekmedi bizden. Nemli ve İstanbul kokulu evin, ahşap zemininden çıkan sesler hala kulaklarımda...

Aşık olduğum adamla birlikte aşk oldu İstanbul'un adı. Kollarını açıp beklerlerdi gelişimi. Doyamazdık birbirimizi sevmelere... Her geri dönüşte onlarda kalırdı yüreğim de aklım gibi ta ki bir daha ki kavuşma gününe kadar...

Şimdiyse dost olduk İstanbul'la. İçinde, her gördüğümde yüzümü güldüren, ortak kaygılarımızın, hayatlarımızın olduğu, birlikte keyifli zamanlara tanıklık ettiğimiz dostlarımı saklıyor. Kısıtlı zamanlarda kaçıyoruz birbirimize son zamanlarda, o yüzden de doyamıyoruz. Hoş geniş zamanlarda da buluştuk sıkça ama o da yetmedi hiç. Her gün konuşsak da ne sustuklarımız bitiyor ne de anlatacaklarımız...

İstanbul hep en az denizi kadar güzel zamanlar, güzel insanlar verdi bana. Bitmez bendeki bu İstanbul sevdası da özlemi de. Her dönüşten sonra bir müddet kendime gelemeyişim de bundandır. İçimden geçti mi İstanbul, bedenim sağlam ruhum paramparça...

11 Mayıs 2012 Cuma

Masum bir hayal...


Hava kapalı ve yağmurlu ya hiç çalışasım yok. Hoş bu aralar çalışma isteğimin olduğu söylenemez pek :) (Şu anda bulunduğum yeri çok sevmiyorum galiba ama aramızda kalsın)

Madem çalışasım yok ben de hayal kurayım dedim, şimdi nerede olmak ve ne yapmak isterim diye. Bir de kimle olmak istediğim sorusu var ama emin olamadım pek biriyle olmak istediğimden, tek başıma da pekala keyfini çıkartabilirim hayalimin ;)

Kesinlikle penceresinden baktığımda yeşillikleri görmek istediğim bir yerde olmak istiyorum. Hatta mümkünse pencere yerden tavana kadar olsun. Yeşilliklerin ötesinde de belli belirsiz bir göl olsun olmuşken bari. Yanımda son zamanlarda kendilerini ihmal ettiğim kitaplarım olsa yeter aslında biri (sen) olmasa(n) da olur. Sevdiğim müzikler eşliğinde okurum kitaplarımı birer birer. Arada dışarı çıkıp yağmurun ıslattığı toprak kokusunu içime çekerim, ciğerlerimde bir bayram havası olur. Hatta yağmurun altında kısa bir yürüyüş de hiç fena olmaz, dönüşte battaniye altında, sıcak bir kahve eşliğinde güzel bir film izleyerek ödüllendirebilirim kendimi :)

Hem bedenimin hem ruhumun dinlendiği, beslendiği bu günde bana eşlik edecek olan;

Kitaplarım;

Kristin Hannah - Gerçek Renkler ve Gece Yolu

Serdar Oğuz - Kimi Terk Ettiysem Unutamadı

Can Dündar - Aşka Veda

Debbie Macomber - Küçük Mucizeler Dükkanı

Müziklerim;

Buika - Soledad

Irma - I Konow

Sade - Love is found

Maria Mena - Am i supposed to apologize

Gotye - Somebody that i use to know

Adele - Lovesong

Jülide Özçelik - Bütün şarkıları ( Türküleri daha bir sevdiren kadın )

Jehan Barbur - Hangisi Sen , Seni Seviyorum, Gidersen

Filmlerim;

Selvi Boylum Al Yazmalım 

City of Angels

Leon

Hachiko 


Beyni canlı tutmak için arada hayal kurmak gerekiyor hem nasılsa bedava ;)



10 Mayıs 2012 Perşembe

Gözümden uzak, yüreğime yakın...

Bazen bir sevgilidir gözden ırak olan bazen de bir dost, bir arkadaş...

Peki gözden ırak olan gönülden de ırak olur mu gerçekten? 

Bazen hiç sebepsiz girer mesafeler araya. Çizilen yollar, yapılan tercihler düşürür insanları sevdiklerinden uzağa. Böyle düştüysen eğer uzağa, sevdiklerin hep gönlündedir görmesen de. 

Bazen de birlikte çıkılan yollar, alınan ortak kararlar son bulur. Mecbur kalır insan mesafelere. Birlikte güzel vakit geçirdiğin, aklına geldiğinde seni gülümseten anılarının ortağı olan, saygı duyduğun, sevdiğin, değer verdiğin biri gözden ırak olsa da gönülden ırak olur mu hiç? Görüşmeme sebebi bir kırgınlık, bir kızgınlık, bir aldanış barındırmıyorsa ne kadar uzağa düşerse düşsün insan, gönlünde saklıyor hep sevdiklerini. 

Nasıl ki gönüle yakın olan herkes göze yakın olmuyorsa, her gözden ırak olan da gönülden ırak olmuyor. Yaşanmışlıklar ne kadar çok ve güçlüyse, giderken birbirinin canını yakmadıysa insanlar bir daha hiç görmeseler de birbirlerini yürekleri ayrı düşmez hiç. 

Şimdi uzağımızda olan ama tadını, kokusunu bildiklerimizi, sohbetini özlediklerimizi elbette severiz; görmeden, dokunmadan, duymadan da sevebiliyorsak eğer Yaradan'ı... 


"- Gözden ırak, gönülden ırak olur mu efendimiz?

- Hayır Olric! Yüreğinde bir yer açıp oraya oturttuğun her kimse; seninle birlikte gider her yere..." ( Tutunamayanlar - Oğuz Atay )

Peki ya sizce, gönülden ırak mı olur her göze ırak olan?


8 Mayıs 2012 Salı

Güzel bir şeyler olmasına ihtiyacım var...


Cuma gününden beri aklımda sadece tek bir konu olduğundan olsa gerek, günlerdir bir şeyler yazmak için oturduğumda, ekran bana ben ekrana bakıp duruyoruz. Yazmaya başlıyorum ama bir türlü devamını getiremiyorum. Birisi düşüncelerime kilit vurmuş sanki, kelimeler bir türlü birleşmiyor, her biri ayrı telden çalıyor. Böyle bir durumda zorlamanın da manası yok zaten, içten gelmiyorsa yapacak bir şey yok, geçmesini beklemekten başka... 

Günlerdir beynimi kemiren, beni karamsarlığa düşüren konu hayat memat meselesi değil elbette ama ben biraz fazla düşünen biri olduğum için, bunu da belki gereğinden fazla takıyorum kafama. İstiyorum ki beni rahatsız eden her şey hemen düzelsin. Düzelmesi için de elimden geleni yapıyorum kendimce. Ama bazen sen ne yaparsan yap olmuyor ya da yetmiyor. Böyle tıkanma dönemlerinde de ben benden geçiyorum işte. Birisi içimde ne var ne yok almış da geriye bir posam kalmış gibi...

Hayat belli bir yaştan sonra her açıdan zorlaşıyor ne yazık ki. Ben yirmili yaşlarımdayken benden büyük olan abilerim ve ablalarım hep şu cümleyi söylerdi bana "otuzuna kadar ne yaptıysan yaptın, sonrası çok zor". Ben de güler geçerdim "ne fark edecekse sanki" diye söylenerek. Ama şimdi çok iyi anlıyorum onları ve ben söylüyorum bu cümleyi şimdilerde benden küçüklere. Hayat otuzdan öncesi ve sonrası diye ikiye ayrılıyor garip bir şekilde. İnsan yirmili yaşlardayken kendini hiç yaşlanmayacakmış, hayat hep böyle kolay ve eğlenceli olacakmış gibi hissediyor. Ama otuza geldi mi  hem büyüyor olmanın etkisinden hem de yaşanmışlıklarından daha bir ciddiye alıyorsun hayatı. Karakterin oturuyor, referansların güçleniyor. Öyle gözü kara dalmıyorsun pek çok şeye, daha çok düşünüyorsun önünü ardını. Riske girmekten korkuyorsun, ardındaki sorumlulukların aklına geldikçe.

İşte ben de tam bu durumdayım. Otuzlar zor derken kırka doğru gidiyorum adım adım hatta koşar adım. Zira zaman otuzdan sonra ışık hızıyla geçiyor. O önde sen arkada bir kovalamacadır gidiyor ve ne yazık ki yetişmek mümkün olmuyor. Otuz oldum derken bir de bakmışsın ki otuz yedi sana el sallıyor sinsi sinsi. Yolun yarısını geçmişsin ama daha yapmak istediklerinin çoğunu yapamamışsın, türlü nedenlerden. Bir yanda mecburiyetlerin bir yanda yapmak istediklerin, arada sıkışıp kalıyorsun. 

Söz konusu aşk olduğunda yüreğinin peşinden giden, mantığını uzun bir yolculuğa çıkartan ben, sıra hayatın ta kendisine geldiğinde mantığımın sözünü dinliyorum paşa paşa. 

Keşke hayat hep yirmili yaşların heyecanıyla geçse ve keşke umutlar hiç bitmese...

Günlerdir bu karamsar havadayken ve tam da bu yazıyı yazarken gelen bir mail oldukça enteresan geldi bana. Gezegenlerin insanlar üzerindeki etkisini hafife almamak gerekiyor sanırım. Gelen maildeki yazıyı merak ettiyseniz eğer aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz...

http://junoastroloji.blogspot.com/2012/05/saturniyen-ic-catsmalar-gunu-ne-kadarn.html

Umutlarınız hiç bitmesin...

6 Mayıs 2012 Pazar

Hıdırellez...

Elbette dilek dilemenin, istemenin yeri ve zamanı yoktur. Ama bazı günler daha bir özeldir sanki tıpkı dün gibi. Biz de bir grup arkadaş ne yapsak, nasıl yapsak da dileklerimizi en doğru şekilde iletsek Hızır'a diye düşündük uzun uzun. Herkes kendince bir yöntemle dileklerini iletmişti Hızır'a daha önce. Ancak kabul oldu diyenlerin sayısı, olmadı diyenlerden az olunca başkalarına da soralım dedik ve kimimiz sosyal ağlardaki arkadaşlarına yazdı, kimimiz de telefonla bir bilene sordu "ne yapmalı sizce?" diye. 

O kadar farklı bilgiler geldi ki kafamız karıştı hangisini yapsak daha etkili olur acaba diye. Daha önce hiç duymadıklarımız, denediklerimiz derken oldu mu size bir sürü yöntem. Hoş bazılarını yapmak mümkün de değildi. Hem malzemeleri bulmamız zordu hem de anladık ki bazıları için bir yıllık bir süreç gerekiyor. En olası ve kolay olanı bir gül ağacı bulup dileklerimizi yazdığımız, çizdiğimiz kağıtları asmak ya da dibine gömmekti. Fakat yapılması gereken zaman dilimiyle ilgili de farklı bilgiler gelince bizim kafalar iyice allak bullak oldu, düşündük taşındık ve sonuç olarak hiçbir şey yapamadan bitirdik koca geceyi. 

Dileklerimizi ne bir gül ağacının dibine gömebildik ne de bir dörtyol ağzı bulup taşlarla çizebildik. Sadece dileyebildik, yürekten ve inanarak... 

Aslında hepimiz biliyoruz ki, önemli olan niyet. Bir şeyi yürekten istersen ve senin için hayırlıysa zaten oluyor er ya da geç. Bazen de hiç olmazlar o çok istediğimiz şeyler. Olmadığında öfkelenir, istemekten vazgeçeriz. Oysa bir zaman gelir ve anlarız ki, o çok isteyip de gerçekleşmeyen dileğimizin olmamasıymış meğer bizim için iyi olan...

Bir kağıda yazarak, taşlarla çizerek ya da bizim gibi sadece dileyebildiğiniz tüm dileklerinizin gerçeğe dönüşmesi umuduyla...

4 Mayıs 2012 Cuma

Belki de seçtiğin yollar, bir gün en büyük pişmanlığın olacak...


Kiminle konuşsam yalnız, mutsuz ve umutsuz. Bir Allah'ın kulu da çıkıp "çok mutluyum" demiyor, belki de diyemiyor. Ortalık yalnız insandan geçilmiyor. Kadınlar da yalnız, erkekler de. 

Bir taraftan biri olsun istiyoruz ama bir taraftan da kaçıyoruz. Kaçamadığımız zamanlarda da isimsiz birliktelikler yaşıyoruz, şikayet ede ede. Farklı zamanlarda, farklı mekanlarda bambaşka insanlardan dinliyorum benzer hikayeleri. Herkes hem şikayetçi bu durumdan hem de birer parçası. Kimse anlayabilmiş değil nasıl olup da bu hale geldiğimizi. Herkese bir şeyler olmuş belli ki ama ne olmuş, ne zaman olmuş, kim yapmış işte burası meçhul. Herkes gittikçe uzaklaşıyor sevgiden, ilgiden, samimiyetten. Kalp kırmak, insanların duygularını hiçe saymak o kadar doğal ki artık, şaşırmamak elde değil. Artık kadını erkeği fark etmiyor üstelik. Herkes işin kolayına kaçıyor. Kahve bahane, sev(iş)mek şahane durumları hakim dört bir yanda.

"Bir daha hayatta işim olmaz sevgiyle, aşkla. Bundan sonra böyle, bağlanmak yok" diyen ne adamlar biliyorum ben, sıcak bir kucak gördüğünde kedi gibi kıvrılan ve gitmek bilmeyen ve ne kadınlar tanıyorum "artık kimseyi bu kadar çok sevmeyeceğim" diyip sadece üç gün gördüğü adamın arkasından kendini kaybeden. Hem sevgiye aç, hem de yorgun insanlarız aslında. Ardımızda o kadar çok hayal kırıklıklarımız var ki, birini unutsan diğeri hatırlatıyor kendini her adımda. Onlar aklına geldikçe, sen kapatıyorsun yüreğini, gözlerini kapadığın gibi. 

Yüreğin bambaşka şeyler söylerken ve isterken, sen onu da kendine uydurmaya çalışıyorsun. Seninle her konuştuğunda susturuyorsun onu, aklını bir daha çelmesin diye. Kararlısın ya, bir daha sevmeyecek ve üzülmeyeceksin ya, acımak da yok ya artık ne gereği var konuşup kafa karıştırmaya. Sen böyle de mutlusun nasılsa. Yeniden birini sevmeye ve zaten yorgun olan yüreğini bir daha yormaya hiç lüzum yok. Üç gün biriyle, beş gün başka biriyle arada ikisiyle ne güzel geçiyor zaman işte, oh mis! Böyle flörtgen bir ruh halin varken değer mi hiç sadece bir kişiyle olmaya, onu sevmeye? Hem çok kadın, çok aşk diyenler boşuna dememişlerdir ya, bir bildikleri vardır illaki. Bunca zaman hep tek kişiyle oldun da ne oldu değil mi? Madalya mı taktılar, alkış mı tuttular? Sadece ilişkin bittiğinde, senin için üzüldüler birkaç gün bir de sırtını sıvazladırlar o kadar değil mi? 

E bütün bunları düşününce sen de haklısın. Ben olsam senin yerinde ben de aynen böyle davranırım. Ne bir daha birine bağlanırım ne de bağlandım diye acı çekerim. Zaten sevgi dediğin şey boş, gereksiz. Sevenler senden daha mı mutlular sanki? Onlar bir kişiyle mutlu olmaya çalışırken, sen çok kişiyle mutlu olabiliyorsun. Her gece farklı bedenlere sarılmak varken neden aynı bedene sarılıp uyuyasın ki? Her gün tek bir kişiden gelen içten bir "günaydın" mesajının ne önemi var ki onca samimiyetsiz mesajın arasında? 

Aynen böyle devam etmelisin, sevmekten ve birine bağlanmaktan kaçmalı, içinde oluşan ve seni yavaş yavaş tüketen boşluğu görmezden gelmeli, her gece farklı bedenlere, yüreklere misafir olmalı ve kendine yabancılaşmalısın. Çünkü ancak böyle anlarsın gittiğin yolun, aslında istediğin yere varmayacağını ve birini sevmeyi ne kadar özlediğini...

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Beklemekle bulunduğu olmuş mudur?

Yıllardır duyarım ama henüz kendisiyle tanışmamız nasip olmadı. Siz biliyor musunuz ya da hiç tanıştınız mı bu "doğru insan"la? Kimdir, ne iş yapar, ne yer, ne içer bu "doğru insan"? O da bizim gibi etten kemikten midir yoksa özel imalat mıdır? Bu kadar zor bulunduğuna göre özel imalat olsa gerek. Bizler gibi olsaydı bunca zamana kadar illa ki karşılaşırdık bir yerlerde, bir kere olsun.

Biten ilişkilerin ardından sıkça duyarız bu "doğru insan" sözünü. İlişki biter, giden taraf hemen kötü oluverir seni sevenlerin gözünde. Sözleşmişler gibi hepsi bir kusur bulur, ama ortak kanaat gidenin "doğru insan" olmadığıdır. Tamam, var sayalım ki o gerçekten de "doğru insan" değildi. Siz söyleyin o halde kim bu "doğru insan"? Bir insan ne yaparsa "doğru insan" olur? Bırakıp gitmemesi yeterli midir mesela? Birlikteyken, her şey iyiyken, mutluyken iyi olan, doğru olan gittiği için "doğru insan" olmaktan uzaklaşıyorsa, gerçekte kim peki bu "doğru insan"? Yıllardır aradığımız, bulamayınca da masallarda kaldığına inandığımız bu "doğru insan" nerede? Nerede beklesek gelir bulur bizi acaba?

Herkes gidenin ardından söylüyor ama belki de kalandır doğru olmayan? Nereden belli? Bilmiyoruz ki "doğru insan" nasıl olmalıdır, neye benzer. Kalıbı, kaidesi yok ki bu işin. Herkesin kendince bir doğrusu var peşinden gittiği, inandığı. Herkes kendine göre "doğru insan" ve herkes "doğru insan"la birlikte kendince. Kaç kişi birinin hayatına girmeden evvel "bak ben senin için doğru insan değilim, seni üzebilirim, bir gün bırakıp gidebilirim" diyebiliyor ki? 

Keşke bilen birisi yazsa da biz de rahat etsek. Şöyle madde madde, detaylı bir şekilde yazsa, en azından maddelere göre bakar, karar veririz birini hayatımıza alıp almamaya, "doğru insan" olup olmadığına. Olmadı test falan yaparız, geçemezse hiç uğraşmayız. Hayır, her defasında bu da "doğru insan" değilmiş demekten de, duymaktan da bıktık usandık vallahi.

Ya da birisi çıksa ve dese ki;

"Hepimizin kriterleri, beklentileri farklıdır ve hepimiz bu kriterlere uyan, beklentilerimize cevap veren insanlarla birlikte oluruz. Yani kısacası herkesin "doğru insan"ı kendi doğrularına, beklentilerine göre değişir o yüzden de "doğru insan" diye bir şey yoktur, boşuna aramayın. Sadece birbirleriyle uyuşan ya da uyuşmayan beklentiler vardır. Beklentiler uyuştuğunda ve ortak zevkler çoğaldığında mutlu olma olasılığı da aynı derecede artar ve karşımızdaki insan, bir anda yıllardır aradığımız "doğru insan" oluverir ve bu kişi beklentiler uyuşmadığında giden kişiyle aynı kişidir."