30 Eylül 2012 Pazar

Sokakta hayat var!...

Sanırım insan olmak dünyadaki tek yaşam hakkının sende olması gibi geliyor bazılarına ki sokak hayvanları için ölüm yasası hazırlıklarına girişiyorlar. Neymiş sokaklardan alınıp "Doğal Hayat Parkları"na götüreceklermiş ve gerekli gördüklerinde de uyutacaklarmış. Bu gereklilik kime göre neye göre? Bunca yıldır hatta yüzyıllardır sokaklarda yaşayan hayvanlar neden rahatsız ediyor artık insanları? Kimse hayvanları sevmek zorunda değil ama bu onların yaşam haklarına tecavüz etme hakkını da vermiyor hiçbirimize. 

Sanki birlikte yaşadığımız herkesi seviyormuşuz gibi, hayatta her şey yolundaymış gibi, ülkede herkes refah içinde yaşıyormuş gibi, sanki hayat bayrammış gibi derdimiz hayvanlar oldu. İki ayaklı hayvanla yaşamaya alışabiliyoruz da ağzı dili olmayan CANlar mı gitti zorumuza? 

Ben 37 yaşındayım ve bu yaşıma kadar hiç bir hayvandan zarar görmedim insanlardan gördüğüm kadar. Mesela yolda yürürken hiç bir sokak köpeği gelip ısırmadı beni durup dururken ama ben yolda yürürken çok kez taciz edildim insan görünümlü iki ayaklı hayvanlar tarafından. Kimi sözleriyle taciz etti kimi de elleriyle. Onlar gibiler hala sokaklarda salına salına dolaşıyorken tek dertleri yaşamak olan CANlar neden dolaşmasınlar ki sokaklarda? 

Bir kaç tane talihsiz örnek var benim de bildiğim insanlara verilen zararla ilgili ama insanlar tarafından verilen zararların örnekleri onlardan çok çok fazla. Her zaman söylediğim bir şey vardır; sen bir hayvanın canını yakmazsan o senin canını asla yakmaz ama bir insan hiç sebep yokken gelip senin canını yakabiliyor diye. Sosyal medyada bile yüzlerce fotoğraf ve görüntü var hayvanlara yapılan işkenceleri belgeleyen. Tecavüze uğruyorlar, kuyruklarından tutulup fırlatılıyorlar, tekmeleniyorlar, zehirleniyorlar, yakılıyorlar... Hal böyle olunca da benim kafam karışıyor kimin zararlı olduğu konusunda. 

Sevmeyebilirsin, kimse de zorla sev demiyor zaten ama saygı duymak zorundasın. Çünkü bu dünya sadece insanların değil. İnsan söz konusu olduğunda "Allahın verdiği canı yine Allah alır" derken neden hayvanlar söz konusu olduğunda bu kural işlemiyor? O öldürmek istediğin CANlar da seni yaratan YARADAN tarafından yaratılmadı mı? 

Sokaklarda yaşayan ve "Doğal Yaşam Alanları"na götürülmeyi bekleyen onca evsiz insan varken bırakınız da hayvanlar rahat rahat yaşasınlar sokaklarında, parklarında, bahçelerinde...

27 Eylül 2012 Perşembe

İncelikler yüzünden...


Bir şarkı bu kadar mı işler insanın içine, aradan yıllar geçse de ezbere söyleyebilirim bunu ve içime işleyen diğer tüm şarkıları. İyi ki varlar ve iyi ki tercüman oluyorlar hislerime...
İlk buluşmamız 1998 yılının soğuk bir kış günüydü. O zamanlar şimdiki gibi ne akıllı telefonlar var ne de mp3 çalarlar. Hatta cep telefonları yeni yeni çıkıyordu piyasaya. Bir elimde wolkmanim ( cebime sığacak kadar küçük değildi ne yazık ki :) ), bir elimde bira şişesi Abant Gölü'nün etrafında yürürken bir taraftan da bağıra çağıra söylemiştim bu şarkıyı etraftakilerin tuhaf bakışları altında. 

Eskiden daha çok kaçardım bunaldığım zamanlarda. Şimdilerde pek kaçamıyorum ve kaçamadığımdan sıkışıp kalıyorum kendi içimde belki de. Ve haykıramadığımdan boğuluyorum iç sesimde belki de...

Şimdi toplantıya gitmeyi beklerken geldi aklıma bu şarkı ve içimden  "ben bu yüzden, incelikler yüzünden belki daha çok üzüldüm" diye haykırmaya başladım sessiz sessiz... 


"İncindim, incitildim derinden
Terk ettim kendimi
Tesadüfen karşılaştım içimde
Kendimle yeniden

Bir minicik kız çocugu bak
Duruyor orada hala
Anlatamam gördüklerimi
O neşeli çocuğa

Artık beni asla yaralayamaz
Hayat eğer istemezsem
Yilar beni kolay yakalayamaz
Ben durup beklemezsem

Siz yine de incelikli davranın
Benim kadar değilse de
Ben bu yüzden, incelikler yüzünden
Belki daha çok üzüldüm"


Hayat pek de nazik davranmıyor sanki artık... Hem hayat hem de insanlar harcıyor birbirlerini hiç düşünmeden, hiç acımadan... Herkes ben merkezli yaşadığından olsa gerek senin yaptığın inceliklerin ne bir önemi ne de bir değeri var artık...

İki toplantı arası...

Sen gittiğinden beri işlerin yoğunluğundan eve hep geç gidip erken çıkışlarımdan olsa gerek pek fark edemedim evdeki yokluğunu. Ama dün akşam bir sokak kedisini kucağıma aldığımda engel olamadım gözlerimden akan yaşlara. Meğer çok ama çok özlemişim seni... Galiba bir müddet dokunamayacağım başka kedilere. Çünkü her dokunuş sızlatacak burnumun direğini belli ki...

Belki de seni özlediğimdendir herkesin "bugün bir durgunsunuz" demesi ve gözlerimdeki hüzün...

25 Eylül 2012 Salı

"Şimdi" den bir not...

Sesini unutuyorum bazı insanların... Çünkü vazgeçtim "arayan" olmaktan.

Ben nasıl arıyorsam, hal hatır soruyorsam bekliyorum aranmayı, hatırımın sorulmasını. Bekliyorum ama sadece bekliyorum. Ne arayan ne soran var o beklediklerimden. Çünkü onlar sadece işlerine geldiği zaman arayan bir grup insandan bir adım öteye geçemediler. Ben de beklemekten ve olmadığında üzülmekten de vazgeçtim artık. Herkesi onların beni koydukları yere koymayı da öğretti yaşadıklarım bana. Bundan böyle ne kadar ekmek o kadar köfte. Kalmadı bende de zor zamanlarda akıllarına düştüğüm insanlara gösterecek ne sabır ne anlayış.

Hayatımdaki en büyük hazinem "insanlarım". Ama onlar sandıktan çıkmak istiyorlarsa kendileri bilirler. Ben artık kimsenin peşinden koşamayacak kadar yorgunum.

O kadar çok hayal kırıklığım var ki cebimde, elimi her cebime attığımda aklıma geliyor canım diyip sırra kadem basanlar. O yüzden artık ben de yokum. Varlığımın kıymetini bilmeyen yokluğumu da hissetmez elbet ama derdim de bu değil zaten. Ben artık kendimi korumak derdindeyim. Çünkü ceplerim yeterince dolu, yenilerine ne yerim var ne de üzülecek halim.

Yanımda olmayanlara üzülmektense yanımda olanlarla mutlu olmayı seçiyorum ve hala büyümeye (öğrenmeye) devam ediyorum...

17 Eylül 2012 Pazartesi

Davetsiz bir misafirdir mutsuzluk...

Uzundur etrafımda olup bitenleri ve bir vesile ile hayatımda olan herkesi gözlemlemeye çalışıyorum. Kim ne yapıyor, neden yapıyor diye ve belki de en çok bana ışık tutsun diye. Gördüğüm tablo ne yazık ki hiç de iç açıcı değil. Herkesin bir ele güne karşı çizdiği bir "her şey yolunda, keyfim tıkırında" bir de kendine sakladığı bir "bu nasıl hayat lan, bıktım usandım artık" durumu var. 

Aşırı sosyalleşmiş insanlara bakınca bunu daha iyi anlıyorum çünkü yalnız kalmaktan kaçmanın başka bir yolu yok ne yazık ki. Ya kendi kendine kalıp, hayata ve kendine küsüp içinde küfrü ve öfkesi bol cümleler kuracaksın ya da insanların arasına katılıp geyikten öteye geçemeyen muhabbetlere dahil olup, her şey yolunda imajı vereceksin özünde mutsuz olup, bunu kendine bile itiraf etmekten çekinenlerin yaptığı gibi.  Alkol denen şey biraz fazla gitti mi bünyeye çıkıyor gerçek duygular ortaya bu kaçaklarda. O zaman bile zor itiraf ediyorlar mutsuz olduklarını, sanki mutsuz olmak bir suçmuş bir günahmış gibi... 
 
Mutsuzluk da mutluluk gibi bize ait, bize özgü. Ne utanılacak bir durum ne de suç. İnsan olmanın getirdiği olağan durumlardan biri tıpkı acıkmak gibi, susamak gibi. Ama nedense hem kabul etmesi hem de söylemesi zor geliyor çoğumuza tıpkı "seni seviyorum" demek gibi. Sanki söylersek birileri bizi ayıplayacak ya da bu duygu üstümüze yapışıp kalacakmış gibi. Oysa bir durumla başa çıkabilmek için önce onun adını koymak, tanımını yapmak gerekmez mi? Ne olduğunu bilmediğin bir duyguyla nasıl mücadele edebilirsin ki? Önce düşmanın kim olduğunu bileceksin ki ona göre savaş stratejileri geliştirebilesin...
 
Kabul etmek lazım mutsuzluğun da en az mutluluk kadar gelip geçici bir durum olduğunu. Mutluluktan kaçan birini hiç görmedim ben. Aksine mutluyken paylaşır insan mutluluğunu çoğalsın diye, herkes ortak olsun diye. İşte sırf bu yüzden paylaşmalıyız belki de mutsuzluğumuzu azalsın diye, yalnız olmadığımızı bilelim diye. Ama bunun için "ele güne karşı zayıf duruma düşerim, elalem ne der" düşüncesinden kurtulmak gerek öncelikle. Bu elalem ne der ya da ele güne karşı düşüncesiyle yaşamıyor muyuz çocukluğumuzdan beri, artık yetmedi mi? Kim ne derse desin kardeşim bu hayat senin hayatın ve hesap vereceğin tek merci de sadece kendinsin. Bırak artık elalem ne der, ele güne karşı ne duruma düşerim diye düşünmeyi ve sahip çık mutsuzluğuna!!! 
 
Mutsuzluk çat kapı çıka gelen davetsiz bir misafir hepimizin hayatında. Kapıyı açmasan da girecek bir delik bulur mutlaka yüreğine. Ve en umutsuz olduğun andır en mutsuz olduğun an...

8 Eylül 2012 Cumartesi

Ne zormuş sana veda etmek...

Bir kediyle yaşamaya başladığım günden beri yani tam 18 yıl 2 aydan beri bir gün bu durumla karşı karşıya kalacağımı biliyordum. Tıpkı 18 yaşımdan beri, bir gün bütün sevdiklerime veda etmek zorunda kalacağım gerçeğiyle yaşadığım gibi. Ölümün sırası ya da zamanı yok kimse için elbette ama bir hayvan beslemeye başlarsanız ne yazık ki ortalama ömrünün ne kadar olacağını da bilirsiniz. İstisnalar hariç ortalama 14-15 yıl birlikte olursunuz ve ilk günden bilirsiniz o kadar zaman sonra sizinle olmayacağını. Ama biliyor olmanız bu gerçeği kabul edeceğiniz anlamına gelmiyor ne yazık ki...

Benim oğlum istisna olan bir ömrü yaşadı. Ama ben biliyordum onun 14 senede çekip gitmeyeceğini, bizi bırakmayacağını. Çünkü o da bütün ailesi gibi dirayetli ve inatçıydı. Ne yaşarsa yaşasın asla vazgeçmedi yaşamaktan. Doğduğu an itibariyle tam 7 ay veterinerlere gitti çünkü anne sütünü yeterince alamadığı için raşitikti ve yürüyemiyordu. Bir patimiz kısa kaldı ama kazandık ilk savaşımızı. Arada kum döktü, gastrit oldu ve en son 5 sene önce böbrekleri çalışmaz oldu. Bu savaşı kazanamayabiliriz derken, çünkü erkek kedi ve köpekler kısırlaştırıldıktan sonra bu çok sık rastlanan ve genelde de kısa sürede kayıpla sonuçlanan bir durumdur, onu da atlattı. Veteriner hekimimiz Aydın Bey "bu tamamen annenin sevgisiyle olan bir mucize" diyerek bahseder Boncuk'un bu galibiyetinden. Bu zafer anne oğulun birbirlerine olan sevgileriyle ve bağlılıklarıyla kazanılmıştı Aydın Bey haklıydı. O tarihten bu yana da haftada 2-3 kez evde serum vermeye devam ettim, böbreklerine takviye olsun diye, rahat etsin diye. Ama ne yaparsak yapalım olmadı, olduramadık, zamanı durduramadık ve melek yüzlümüz şimdi gerçek bir melek oldu....

Dört ayaklı dostu olanlar bilirler, eğer bu canlar öleceklerini anlarlarsa sahiplerinin gözlerinin önünde ölmemek için yaşadıkları evlerini terk ederler (yapabilirlerse). Benim aslan oğlum da sırf annesinin gözleri önünde ölmemek, onu daha da üzmemek için evden çıkana kadar direndi, yardım almadan kalkamadığı yatağında. Gene gösterdi ne kadar dirayetli ve özel olduğunu. Biz acı çekiyor daha fazla çekmesin diye uyutmak üzere ( ki bu karar gerçekten çok ama çok zormuş ) veterinere götürmeye karar verdiğimizde o zaten evden çıkmayı dört gözle beklermiş meğer. Evden çıkarken babasının vedası belki de özetlemeye yeter Boncuk'un bizim için ne demek olduğunu. Sert bakışlı, sevgisini göstermeyi beceremeyen babası oğluna sarılıp "hakkını helal et oğlum" dedi ağlayarak. Haklıydı bizim üzerimizde çok hakkı vardı. Bize çok şey öğretmişti 18 yılda.  Veterinerin kapısında, daha içeri girmeden kucağımda yumdu gözlerini bir daha açmamak üzere. Kendi ellerimle yatırdım kazdığımız çukura pamuk kokulumu, annesinin en sevdiği eteğinin içinde...

Beş kişilik çekirdek ailemiz kaldı dört kişi. Annesinin "can yoldaşı", babasının "güzel oğlu", ablalarının "pamuk kokulu, güzel yüzlü melek oğlu"ydu ve gerçekten çok özel bir kediydi Boncuk. En çok annesine düşkündü Boncuk, annesi de ona. O hastayken annesi beklerdi baş ucunda, tıpkı annesi hastayken annesinin ayak ucundan ayrılmadığı gibi. Annesini daha çok üzmemek için herkes gizli köşelerde akıtıyor gözyaşlarını  şimdi. Annesi evde oturamıyor o günden beri, babası balkondaki oyun masalarının altına bakıyor "acaba orada yatıyor mu" diye. Banyoya girer belki gene diye hala aralık bırakılıyor banyonun kapısı, balkon kapısı gibi.

Benim güzel oğlum, birlikte çok güzel bir 18 sene geçirdik. Bizi hastalıkların dışında hiç üzmedin. Ailemize katıldığın ve annemize en zor zamanlarında yoldaşlık ettiğin için teşekkür ederiz sana. Sen gittiğin yerde rahat uyu ve hiç merak etme annen bize emanet. Yokluğunla bize öğretmek istediklerini hepimiz şimdiden anladık benim akıllı kuzum. Biliyorsun değil mi, yokluğuna alışmak hiç kolay olmayacak ve aslında hiç alışılmayacak. Sadece geçen zaman acımızı hafifletecek... Seni çok sevdiğimizi ve çok özlediğimizi sakın aklından çıkartma ve uyurken üstünü sakın açma...


5 Eylül 2012 Çarşamba

Benim kayıplarım vazgeçişlerim...

Her tercih bir vazgeçiş değil, mecburi bir istikamettir. Çoğu zaman mecburiyetler zorlar seni bir tercih yapmaya ve her zaman da kötünün iyisidir tercih edilen. Trafikte karşına çıkan "mecburi istikamet" tabelası gibidir bazı tercihler. Yoksa başka bir alternatifin, mecburen saparsın önündeki ilk yola nereye varacağını bilmeden, geldiğin yoldan daha farklı ne göreceğini, geride bıraktığın yolu özleyip özlemeyeceğini bilmeden...

Her tercih bir vazgeçiş değildir ama her vazgeçiş bir kaybediştir... 

Bilmek gerekir bazen tercih sebebi olmadığın hayatlardan vazgeçmeyi ve kaybetmeyi...

Kim bilir belki de bir gün kaybettim sandıkların en büyük kazançların olurlar...

"Her seyin sıradanlaştığı bir dünyada bazen kaybetmek en doğru seçimdir. Ve o dünyada en yerinde tercih; vazgeçistir..."
                                                             
CAN DÜNDAR

3 Eylül 2012 Pazartesi

Dokunsalar ağlayacak biri var parmak uçlarında...

İş değiştirmekle de olmadı, geçmedi içimdeki o huzursuzluk, o mutsuzluk hissi. Başka bir şey var bende adını koyamadığım, belki de koymaktan kaçındığım başka bir şey... 

Zaten oldum olası hassas, duygusal biriyimdir ama son iki haftadır iyice tuhaflaştım. İnsanın her şeye gözü dolar mı demeyin doluyormuş vallahi hatta dolmakla kalmayıp ulu orta ağlayabiliyormuş. Otobüste protez kolu ve bacağına rağmen yaşlı birine yer veren delikanlıyı gördüğümde, bir türkü duyduğumda, bir arkadaşım "ben de iyi değilim" dediğinde, kedimin yaşlı hallerini gördüğümde, okuduğum bir cümlede dağılıp gidebiliyorum etrafımdaki insanlara aldırmaksızın. 

Tatilim gelmiş dedim tatile gittim ama yok o da durduramadı içimdeki fırtınaları. İnsanın aklı rahat değilse nerede olursa olsun fark etmiyor. İçin huzurlu ve rahat değilse dünyanın öteki ucunda da olsan mutlu olman mümkün olmuyor. Gülüşlerin hep yarım, hep eksik...

Yaşlanıyor olmakla da alakalı galiba bu durum biraz da. İnsan ne olduğunu anlayamadan kırkına merdiven dayadığında sorgulamaya başlıyor gelmişini, geçmişini neredeyim, nereye gidiyorum diye. Bu sorgulamanın sonucunda bulduğu cevaplar tatmin edici değilse kızgınlık ve öfkeyle karışık bir umutsuzluk durumu ortaya çıkıyor işte. 

Kendimi böyle görmeyi hiç sevmiyorum. Son zamanlarda böyle olsam da aslında hiç de alışık değilim mutsuz, umutsuz, huzursuz birini görmeye aynaya baktığımda. Çünkü ben ne zorlu yollardan geçtim bu zamana kadar ama yine de böyle koyvermedim kendimi. Belki de hep güçlü olmaktan, hep mücadele etmekten yorulduğum içindir içimdeki havlu atma isteği. Belki de ne için mücadele ettiğimi bilmediğim içindir kim bilir... 

Öylesine bir not: Mesela bu yazı Sertap Erener'in Bir Çaresi Bulunur parçası eşliğinde okunabilir...